Küba-Mukaddes Uçar Şenkal

Bogota, Yeşil Metropol- Pırıl Yay
May 21, 2013
NEPAL…ZİRVELERDEN KALBİME GİDEN BİR YOL…
September 21, 2014
Bogota, Yeşil Metropol- Pırıl Yay
May 21, 2013
NEPAL…ZİRVELERDEN KALBİME GİDEN BİR YOL…
September 21, 2014

Küba-Mukaddes Uçar Şenkal

DÜNYADAN SOYUTLANMIŞ, YALNIZLIĞA İTİLMİŞ, GÜZEL ADA’NIN NAİF İNSANLARI.  ONLAR SİZE GELEMİYOR!  SİZ ONLARA GİDİN! 
 

Küba; daha 5-6 ay öncesine kadar benim için çok uzaklarda olan ve bir gün görebileceğimi pek düşünmediğim ama çok merak ettiğim bir ülke olarak hayalimde yer almaktayken, ne oldu? Nasıl oldu? Biraz da 1 Mayıs bayramında Küba’da olmanın cazibesiyle bir anda Seyyahhane ile hayalden gerçeğe dönüşüverdi.

Bu sene planlarında olmamasına rağmen başta Zehra’nın ısrarıyla Sinan ve Pırıl’a acımasız baskılar uygulayarak! 2013 1 Mayıs’ını kapsayacak şekilde Küba gezi programını listeye aldırdık. İyi ki de programa aldırmışız ve gidip görmüşüz diyorum.

25 Nisan sabahında İstanbul’dan başlayan yolculuğumuz, aynı günün öğleden sonraki saatlerinde Havana Jose Marti havaalanında son buldu. Toplamda yaklaşık 14 saat süren yolculuğumuz İstanbul-Küba arasındaki 7 saatlik zaman farkı nedeniyle, onca uzun geçen saatlere rağmen İstanbul’un sabahının devamı olan günü, Havana’da yaşamamıza olanak sağladı. Havana’da havaalanı çıkışında bizi bekleyen transfer aracımızla otelimize doğru yola koyulduk. Yolda öğrendiğimize göre konaklayacağımız otel yeni Havana kısmında bulunan Miramar bölgesindeydi. Oteli umduğumdan daha büyük ve konforlu buldum. Odalara yerleşir, yerleşmez akşam yemeğine kadar olan zamanda otelin havuz kenarında biraz dinlendikten sonra  akşam yemeği ve ardından asıl merak ettiğimiz Eski Havana sokaklarını keşfe doğru yola çıktık.

Eski Havana’ya gitmek üzere otelin önünden gruplar halinde bindiğimiz çoğu 70’li 80’li yılların taksileri (Lada, Fiat v.b. gibi) yeni araçlar diye tabir ediliyorlar. Eski Havana’ya giden sahil yolunda aracımızın yanından geçen 1949 ve takip eden yıllardan kalma renk renk, model model eski Amerikan otomobilleri ile karşılaştığımda nasıl hala çalışıyor olduklarına ve ihtişamlarına hayretle bakakaldım. Ben bu otomobilleri en son Üsküdar-Zeynepkamil ve Beşiktaş-Harbiye hattında dolmuş olarak kullandığımı hatırlıyorum. Sonra buhar olup uçtular sanki. Tarihin sayfalarında bir zamanlar kısmının tozlu raflarında çoktan yerlerini aldılar. Eski dostlarla, hiç ummadığınız bir anda  yeniden karşılaşmanın verdiği eşsiz duyguyla doldu içim. Kimisi çok bakımlı duruyor, bazıları daha az gösterişli ama hepsi de daha uzun süre yolların tozunu attırmaya niyetli görünüyorlar. Yerel rehberimiz Carlos’dan öğrendiğimize göre Küba’da otomobil sahibi olmak oldukça pahalıya mal oluyormuş en düşük model bir araba bile 15-20 bin dolardan başlıyormuş. Taksilerin büyük çoğunluğunun sahibi devlet ve çalışan sürücüler devlet memuru. Turist otobüsleri de devletin. Halkın bir kısmı da otomobil sahibi ancak bu araçlara ya miras yolu ile sahipler yada Küba dışında yaşayan akrabalarının kazandıkları para ile sahip olabilmişler. Az sayıda kişi devlete gelir vergisini ödemek suretiyle kendi aracını taksi olarak çalıştırabiliyor.

Taksilerle Plaza De La Catedral (San Cristobal Kathetrali) meydanına en yakın noktada inip, yürüyerek eski Havana sokaklarına davet beklemeyen misafirler rahatlığıyla daldık. Burada resmiyet, ciddiyet ve protokol yok! Kendi evimizin caddesinde, sokağındaymışcasına sıcak bir içtenlikle sarmaladı Havana sokakları bizi ve biraz daha çok içine çekti. Meydan cıvıl cıvıl, her taraftan bizleri restoranlara, Kafelere davet eden, dillerini (İspanyolca) anlamasak da ne demek istediklerini vücut dillerinden anladığımız çalışanların arasından sıyrılarak, asıl hedefimize doğru devam ettik. Hedef: Barlar sokağı ve yazar Ernest Hemingway’in gittiği ve “La BodeguitaDelMedio”adlı ilk Mojito içeceklerimizi tadacağımız mekan. Bar minicik ve içerisi tıklım tıklım insan dolu. Soldaki bar tezgahınında sıra sıra bardaklarda Mojitolar hazırlanıyordu. (Taze nane bir miktar şeker ile ezilerek içerisine yeşil limon suyu, soda ve rom katılarak taze hazırlanan ferahlatıcı! Bir kokteyl.) Barın karşısında bir köşede 3-4 kişilik canlı müzik yapan bir müzisyen grubunun çaldığı ritmik Küba ezgileri eşliğinde kendimize küçük bir boşluk yaratarak içeride biz de yerimizi aldık. Biraz sonra elde Mojitolarımız ve becerebildiğimiz kadarı ile müziğin ritminde kıvrılarak barın dışında sokak içinde Kübalı insanlarla birlikte  burada olmanın tarifsiz keyfine varıyorduk. 2-3 saat süren sokak arasındaki başka barları gezme ve yeni içkileri deneme faslının ardından, değişen saat farkı ile bedenlerimizde oluşan yorgunluğa ve uykusuzluğa daha fazla karşı koyamadığımızdan otelin yolunu tutduk ve yarınki şehir turunda buluşmak üzere ayrıldık.

Sabah otelin önünden bizi bekleyen ve gezi süresince kullanacağımız 262 numaralı Transtur logolu turist otobüsümüze binip, Havana’nın kolonyal mimari dokudaki tarihi binalarını, meydanlarını ve kalelerini görmek üzere yola çıktık. İlk uğrak noktamız, Plazade la Revolución yaniDevrim meydanı oluyor. Alabildiğine büyük bir meydanın ortasında araçtan kısa süreliğine inip, etrafı seyre daldık. Alanın ortası bomboş ve etrafında Batista döneminde yaptırılmış yüksek katlı çirkince çeşitli bakanlık binaları var. Bu binalardan içişleri bakanlığı binasının dış cephesinde metalden yapılmış Che Guevera’nın çok bilindikyüz silüeti yer alıyor, altında  “Hasta La Victoria, Siempre” yazısı yer almış. (Zafere kadar, daima) alanın sağında füze gibi göğe yükselen dikili bir taşın önünde Jose Marti’nin büyük bir heykeli yer alıyor. Batista tarafından yarışma kazanan bir projeye yaptırılmış.

“Jose Marti; 1853'de Havana’da doğmuş, Küba bağımsızlık mücadelesinin öncüsü, şair ve yazardır. Küba'nın ulusal kahramanı ve simgesidir. O bir siyasetçi, bir devrimci, bir ozan, bir gazeteci, edebiyat profesörü ve elçiydi.“

Devrim meydanını boşken istediğimizce fotoğrafladık. 1 Mayıs günü bu meydanda kutlayacağımız bayramın coşkusunu hayal ederek ve kenarda tur için müşteri bekleyen rengarenk üstü açık eski Amerikan arabaları ile fotoğraf çektirdikten sonra yolumuza devam ettik. Otobüsümüzle Maleconsahil yolunda ilerlerken sağ tarafta çok katlı bir binanın devlet hastanesi olduğunu öğrendik. Küba’da tüm sağlık hizmetleri ilaç da dahil ücretsiz. Küba’nın tıp alanindaki başarıları nedeniyle hastanelerde yatan hasta sayısı çok azmış. Bu başarılarını aile hekimligine, erken teşhis ve tedavi yöntemlerine borçlularmış. Her türlü hastalıkta kolayca doktora, üstelik de ücretsiz ulasabiliyorlar, her türlü tedavilerini hatta estetik operasyonları dahi ücretsiz yaptırabiliyorlarmış.

İkinci durak noktamız başkentin ticaret limanında bulunan El Morro kalesi. Aracımızdan indikten sonra kaleye bir tünelin altından geçerek vardık. Ulaştığımız meydanda bir süre etrafı gezip, surların kenarından yeni Havana manzarasını arkamıza alıp, eski Havana’ya yüzümüzü dönerek  fotoğraflar çektik. Meydanın Sol tarafında puro ve çeşitli hediyelik eşyaların satıldığı bir dükkan ve yanında kafe yer alıyor ve tabii ki değişmez bir kural dükkan girişinin hemen solunda bir grup müzisyen kıvrak ezgiler eşliğinde kanınızı kaynatmayı hedefliyerek gitarların tellerine yükleniyorlardı. Müzik Küba’nın her anında ve her yerinde var. Hem de canlı performans. Sabahın ilk saatlerinden, akşamın son saatlerine kadar nerede olursanız olun her daim yanınızda yörenizde birkaç kişiden oluşan bir müzik grubu beliriveriyor ve en keyifli halleriyle size güzel parçalar çalıp, söylüyorlar. Tabii her grubun da kendi parçalarından oluşan bir cd albümü var ve onu satmak için uğraşıyorlar ancak hiç ısrarcı değiller eğer isterseniz alıyorsunuz. Tek yapmanız gereken müziğin keyfini çıkartmak ve açılan şapkalara bizaz bahşiş bırakmak. Puro-kahve-rom alışverişi derken toparlanıp tekrar turumuza devam ettik.

La Revolución  Müzesi (Devrim müzesi) üçüncü uğrak noktamız oldu. Müzenin önünde Fidel Castro’nun bizzat kullandığı tank yer alıyor. Binanın içerisinde  ise devrim yıllarına ait birçok belge ve fotoğraf bulunuyor. Fidel Castro’nun da bir dönem kullandığı çalışma ofisini gezdik. Bir çalışma masası, toplantı masası ve birkaç koltuktan oluşan oldukça sade bir ofis. Müzenin arka tarafındaki camlı binanın içindeFidel, Che ve Raul’un da aralarında bulunduğu 82 devrimcinin, 25 Kasım 1956’da Meksika’nın Tuxon kentinden yola çıkıp, 2 Aralık 1956’da Küba’nın Granma bölgesine geldikleri, aslında 12 kişilik olan Granma yatı, bahçesindeise çatışmalarda kullanılan diğer askeri araçlar ve düşürülen bir Amerikan uçağına ait motorun parçası sergilenmekte.

 

Tekrar yola çıktığımızda bu defa Havana’nın Puerto Caddesi’ne dikilmiş olan Mustafa Kemal Atatürk’ün büstünü ziyaret ettik. Sevgili atamızın büstünün ve ünlü “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözünün Havana sokaklarını süslemesinden gurur duydum. Bu Atatürk büstünün, Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin Ankara’da Çankaya parkında açılan heykelinin ardından, Puerto Caddesi’ne yerleştirildiğini öğreniyoruz. Ankara’daki ve Havana’daki her iki heykel de Türk heykeltıraş Metin Yurdanur’un eseriymiş. Büstün açılışında Küba’lı Kent tarihçisi Dr. EusebioLeal’se şunları söylemiş:

 “Atatürk heykeli en iyi insanlık idealini oluşturmaya yardımcı olan, erdemli adam ve kadın olmak, millet olmak ve kültürlü olmak için daimi görevlerin ortaya çıkması hususundaki mütalaa telkinlerinin verildiği Havana’nın kalbinde yer alan yere konuldu. Yeni bir geleceği zorlamayı bilen, hümanist, yenilmez asi ve bir büyük öğretmeni getirdiği için Türkiye’ye teşekkür ederiz.”

Tabii ki değerini anlayan için bu sözler çok şey ifade ediyor. Küba gezisi boyunca karşılaştığım tüm Küba’lı insanlarda hissettiğim ve tanık olduğum görgü, saygı ve nezaketlerinin temelinde; erdemli adam ve kadın olmak, kültürlü bir millet olmak için: hem okul eğitimlerinde hem de toplumsal yaşamlarının her evresinde okuma ve irdeleme telkinlerinin etkisi olduğu açıkca görülüyor. Bizim ülkemizde artık ne yazık ki! önemsizleştirilen bu bakış açısı, görgülü, erdemli, kültürlü bir millet olma, noktasından ne kadar uzaklaştığımızı üzücü bir şekilde hatırlatıyor bana.

 

Plaza De La Catedral meydanında, denizden esen tatlı rüzgarın açık pencerelerden içeri dolan esintisine, çalınan canlı Küba ezgilerinin eşlik ettiği bir restoranın üst kat salonunda öğle yemeğimizi yiyip, üzerine nefis kahvelerimizi içerken, aşağıdaki meydanın mest eden güzelliğini seyrederek, bir süre dinlendik. Turistlerden bahşiş alabilmek için türlü şovlar yapan insanlarıyla oldukça renkli bir meydan burası. Yerel kıyafetleri ve ellerinde purolarıyla dolaşan Kübalı hanımlar turistlerle fotoğraf çektirmek için para talep ediyorlar. Yanınıza gelip şarkı söyleyen gruplar, siyah-beyaz çizdikleri resimleri ve  ayaküstü karikatürünüzü çizip satmaya çalışanlar da var. Ancak hepsi son derece nazik. Hiç ısrarcı ve tedirgin edici değiller.

Yemekten sonra yürüyerek Plaza de Armas’a vardık. Eski-yeni kitap, resim, eski plak vs. tezgahları ile daha çok bit pazarı havasında bir meydan burası. Limanın yanındaki PlazaSan Francisco meydanında  yer alanpazar Havana’da, hediyelik eşyalar satılıyor. Pazar oldukça renkli bir yer. Çeşit çeşit el yapımı tablolar yanında, magnet, şapka, çanta, baston, takı, ahşap biblo gibi bir yığın hediyelik eşya pazarda alıcılarını bekliyor. Ben yağlıboya bir resim aldım, rulo yapıp bir kutuya koyarak verdiler ancak havaalanında elimde taşırken görevli bir kişi tablonun mühürlenmesi gerektiğini söyleyerek benden para talep etti neyseki küçük bir meblağ karşısında mühürleyerek geçirmeme izin verdi. Bence alırken bunu da hesaba katmalısınız, sığdırabiliyorsanız valizinize koyun. Alışverişten sonra akşam yemeğine kadar otelimize döndük.

Yemekten sonra tekrar eski Havana’ya gitmek üzere taksilerle yola çıktık. Bu defa Havana sokaklarında rastgele dolaşırken kulağımıza çalınan müzik, bizi sonu çıkmaz bir sokak olan küçücük bir alana çıkarıyor. Birkaç bina ile çevrili bu alanda birkaç ufak kafe yer alıyor. Mojito içmek için garsona sipariş verdik ve çalan müziğin eşliğinde hemen oracıktaki bir binanın önünü boydan boya kaplayan üç geniş basamaktan oluşan sete oturduk. Karşımızda dört kişiden oluşan Küba’nın belki en yaşlı canlı müzik grubu duruyordu. Tam bir karma grup. Sanki Küba toplumunu oluşturan ırkların toplamı. Bir siyah ve üç beyazdan oluşmuş yaş ortalamasını yetmiş olarak tahmin ettiğim bir grup. Yaptıkları müzik ve sempatik tavırları bizi öylesine etkiledi ki uzunca bir süre sadece bizim için verdikleri özel konseri izleyerek vakit geçirdik. Tek kelime dahi aynı dilden konuşmadan müziğin evrensel diliyle anlaşmayı başardık hatta sıcak bir dostluk da kuruldu aramızda. Küçük bahşişler ve kendilerine ısmarladığımız birer içki ile kalplerimizi ısıtan bu ihtiyar delikanlılara şimdilik veda edip ama tekrar görüşmeyi umarak ayrıldık. Bu defa yolumuz El Floridita isimli bara düştü. Yazar Hemingway yeşil limon suyu, şeker ve içine buz kırılmış romdan oluşan daiquiri isini bu barda içermiş. Küba’lıların papa adı ile andığı yazarın barın sol köşesinde yer alan ve sol kolunu bar tezgahına yaslamış şekilde duran bronz heykeli ile birlikte (kalabalıktan dolayı) daiquiri içemedik ama birlikte fotoğraf çektirmeyi başardık. Bir süre sonra boşalan masalardan birinde yer bularak farklı tatlardaki daiquiri’lerden deneme şansımız oldu. Mekan oldukça popüler ve çok çeşitli milletlerden turistler vardı. Canlı müzik yapan orkestraya tüm misafirler eşlik ediyordu. Hepimiz o  gece çok eğlendik.

Sabah erkenden otobüsümüzle Küba’nın en güzel bölgelerinden biri olan ve meşhur Küba prolarının yapıldığı Pinar Del Rioya hareket ettik. Yollarda en çok şeker kamışı ve pirinç tarlaları dikkatimi çekti. Büyükbaş hayvancılık tüm adaya dağılmış. Yak cinsine benzer büyükbaş hayvanları yol boyunca otlarken görebiliyorsunuz. Her yer olağanüstü yeşil en çok da Hindistan cevizi ve mango ağaçları tüm yeşilliğin içinde farkediliyor. Yollarda gördüğümüz köy tarzı yerleşim birimlerinde genelde aynı tarz evler var. Oldukça küçük metrekaraden oluşan baraka tarzı bu evler tek katlı ve pencerelerinde cam yerine ahşap panjurlar bulunuyor. Küba’da cam sanayi olmadığından kırsal kesimdeki binaların pencerelerinde genelde cam yerine ahşap panjur kullanılıyormuş.

 

Şansımıza bugün puro fabrikasının kapalı olduğunu öğrendik onun yerine bir rom fabrikasını gezerek, farklı tatlardaki romlardan tattık. Her ne kadar puro fabrikasında çalışan işçileri göremesek de gezdiğimiz farklı yerlerde bir masada çeşitli çaplarda purolar saran kişileri izleme şansımız oldu.

 

“Her puro 4 farklı tütün yaprağının bir araya getirilmesinden oluşuyormuş. Markaları ya da marka içindeki çeşitleri biribirinden ayıran ise bu 4 farklı yaprağın hangi kombinasyonda kullanıldığı imiş. Bunlardan biri yanıcılığı sağlarken, diğeri puroya tadını, üçüncüsü ise kokusunu veriyormuş. En dışa sarılan yaprak ise puronun rengini belirliyormuş. İşçiler fabrikada  çalıştığı süre içinde istediği kadar puro içebiliyormuş ve hergün sardığı purolardan iki adedini evine götürebiliyormuş. Bu puroları biriktirerek turistlere satanlar da oluyor.”

Rom fabrikası gezisinden sonra çokça mağara ve vadilerin bulunduğu Vinales vadisine doğru yola çıkıtık. Buranın doğası oldukça değişik. Yüzyıllık ağaçlar, ilginç kayalar, birçok gizli mağara bulunuyor. Vinales Vadisi’nde en iyi Küba tütünleri üretiliyor.Burada yüzlerce yıl öncesine ait geleneksel tarım metodları kullanılarak tütünün yanısıra birçok meyva ve sebzenin üretimi de yapılıyor. Bu şekilde üretimin yapılması kalitenin ve lezzetin artmasını sağlıyormuş. Havası çok nemli, bu da yapılan tarıma oldukça büyük fayda sağlıyor ve her yerin yemyeşil olmasına yarıyor.

Vinales vadisinin içinde bulunanDe Cueva del Indio (yerli mağarası)mağarasına girmek için aracımızdan inip, mağaranın girişine yürüdük. Mağaranın içerisi oldukça geniş ve tavanı çok yüksek. Mağarada sarkıt ve dikitlerden oluşmuş aydınlatmalı bir yoldan 100 metre kadar ilerledikten sonra içinde sandalla  ufak bir gezinti de yapıyorsunuz ve mağara bitiminde yemyeşil bir alana çıkıyorsunuz. Mağara önünde hediyelik eşyalar satan satıcılar ziyaretinizi  bitirmenizi bekliyorlar. Küba’nın her yerinde olduğu gibi burada da yerel halk Afrika’dan getirilen ve sonradan özgürlüğüne kavuşmuş siyahiler ile İspanyolların karışımı imiş, fakat gerçek yerlisi olan Taino’lardan hiç iz yok. Köle ticaretinin olduğu dönemlerde Afrika’dan getirilen insanların bir kısmı kaçıyor ve vadideki bu mağaralarda saklanıyorlarmış.

Mağara gezisinin ardından öğlen yemeğimizi yerel bir restoranda Afrika müzikleri yapan grubun canlı performansları eşliğinde yiyerek tekrar yola çıktık. Söylendiğine göre Kristof Kolomb’un burayı gördügünde  “insan gözünün gördügü en güzel yer”dediği vadinin yukarıdan en iyi göründüğü yer olan Parque NacionalVinales’tebulunan manzara terasında gözlerimize yemyeşil vadi manzarasıyla güzel bir ziyafet çektikten sonra ünlü duvar resmini görmek üzere hareket ettik.

Vadinin kayalık olan bir bölümündeThe Mural de la Prehistoria diye adlandırılanprehistorical bir resim yer alıyor. 1961 yılında Leovigildo Gonzalez tarafından yapılmış çalışma, vadinin kenarında sarp bir kayanın üzerine çizilmiş. Bu dev duvar resminin boyutları 120 metre yükseklik ve 180 metre genişliğinde, anlattığı konu ise evrim teorisi. Çok büyük, çok renkli ve güzel bir fon oluşturan bu duvar resmini seyredip, fotoğrafladıktan sonra, havanın sıcaklığı ile yükselen hararetimizi şahane hazırlanmış birer pina colada içerek düşürdük. Ardından tekrar Havana’ya otelimize geri döndük.

Sabah erkenden Havana’dan Trinidad’a gitmek üzere yola çıktık. Yol üzerinde kısa bir mola vermek için durduğumuz ve kapısında “Fiesta Campestina” yazan ve içerisinde hayvanat bahçesi gibi bazı hayvanların tel çitler içinde sergilendiği bir park alanına uğradık. Hayvanların doğal ortamları dışında seyirlik olarak kısıtlanmış alanlarda bulundurulması oldum olası hoşlanmadığım bir şeydir ancak insanlar ilgi gösteriyorlar diye maalesef bu uygulamalara  sıkça şahit oluyoruz. Dinlenme sırasında tavsiye edilen Cappuccino kahvelerimizi  içtik ve gerçekten çok lezzetliydi.

Yeşillikler içinden düm düz akıp giden asfalt yol oldukça düzgün ve konforlu bir yolculuk geçirmemizi sağlıyordu. Sağda solda akıp giden yeşillikler içindeki minicik köy evleri sanki birbirinin aynısı plan tipinde ve hemen hemen aynı malzemelerden yapılmışlar. Tek katlı, ahşap panjurlu ve rengarenk boyalı çok sempatik evler. Yol boyunca at arabasını dolmuş olarak kullanan insanlara ve bisiklet ile yolculuk edenlere rastladık. Küba öylesine düm düz bir ülke ki neredeyse heryere bisiklet ile ulaşılabilirmiş gibi geliyor ama mesafeler çok uzun. Ülke yaklaşık 111bin km2. Geçtiğimiz yollar alabildiğine düz uzanıyor ama ufuk çizgisinde biten sınırlarda yemyeşil dağlar, tepeler çanak gibi çevreliyor etrafı. (En yüksek noktasının 1.974metre ile Pico Turquino olduğunu öğrendim)

Yolumuz üzerinde Zapata yarımadasındaki Timsah çiftliğine gitmek üzere devam ettik. Timsah çiftliğine uğramadan önce Laguna del Tesero’da (Hazine Lagünü) sürat tekneleri ile ulaştığımız, küçük adacıkların ahşap köprülerle birbirine bağlandığı yerli köyünü gezerek güzel fotoğraflar çektik. Köyde, küçük adacıklarda yapılmış minik evler konaklama hizmeti de veriyormuş. Oldukça egzotik ama bir o kadar da fazlaca turistik bir yer. Dönüşte timsah çiftliğinde insanlar tarafından beslenerek, çeşitli gösteriler için kullanılan timsahları da gördük ama ne yalan söyleyeyim Nepal-Chitwan’da gerçek! Timsahların olduğu nehiri kanolarla geçtikten sonra bu timsahlar bana animasyon yapan sanatçılar gibi geldiler. Öğle yemeğinden sonra oradan ayrılarak tekrar yola çıktık.

Trinidad yolu üzerinde 2 saat mola verdiğimiz deniz kenarı tesiste, benim için oldukça ilginç olan ilk dalma deneyimimi yaşadım. Hep denemeyi düşündüğüm ilk  discovery dalışı eğitimini almak Küba’da kısmet oldu ve denizaltının rengarenk dünyasına kısa bir süre için bile olsa dalarak, o büyülü dünyayı Karayip denizinin muhteşem sularında yaşama fırsatı buldum. Her ne kadar tüple ilk dibe dalma tecrübemde biraz panikleme yaşasam da gördüğüm kadarı bile benim için mucize gibiydi. Denizin 2-3 metre altına dalarak Rengarenk balıkları ve beyaz mercanları kendi gözlerimle görüyor olmak inanılmaz bir duyguydu benim için. Dalmayı daha önce denemediyseniz, ilk tecrübeniz için iyi bir seçim olabilir.

Son ulaştığımız yer, Domuzlar Körfezi Çıkarması adı ile bilinen, 1961yılında ABD´nin desteğini arkasına alan sürgün Kübalıların, Fidel Castrorejimini yıkmak için gerçekleştirdikleri başarısız işgal girişiminin yaşandığı yer olan, Playa Giron körfezinden adını alan Giron müzesi. Müze: devrim ruhunun en üst noktada yaşanılarak, kazanılanı kaybetmemek uğruna bir avuç insanın canları pahasına vermiş oldukları zorlu mücadelenin izleri ile dolu. İşgalcilerin güçlü ordularına karşılık daha az insan ve teçhizatla ama gerçek bir inançla yapılmış olması kazanılmasında en büyük etken olan bu zaferin, sade ama etkileyici izleri ile dolu müzedeki hissettiklerim; Bana nedense naif, onurlu ve haklı olanKurtuluş Savaşı mücadelemiziçağrıştırdı. Sanırım gerçek var olma savaşının, her yerde sonucu  zafer!

Domuzlar körfezi çıkartmasının ardından:“1961 Ağustosunda OAS örgütünün Uruguay’daki toplantısına katılan dönemin Küba Ekonomi Bakanı Ernesto Che GuevaraBeyaz Saray’da görev yapan genç sekreter Richard Goodwin aracılığıyla Kennedy’ye birnot gönderir: “Domuzlar Körfezi için teşekkürler. Çıkarmadan önce devrim zayıftı.  Şimdi her zamankinden daha güçlü.”

Fransızlarca kurulmuş güzel şehir Cienfuegos’a uğrayıp, kısa bir fotoğraf molasının ardından konaklayacağımız Trinidad’a doğru yola devam ettik. Otelimiz Karayip denizi Ancon Plajında yer alıyor. Oldukça büyük bir tesis ve yeşillikler içerisinde bir tatilköyü havasında. Akşam isteyenlerle  Trinidad’da kısa bir gezinti yaptık ama şehri asıl ertesi gün gördük.

Dördüncü günümüzde, Küba’nın UNESCO dünya mirası listesinde yer alan şehri, Trinidad sokaklarını gezmeye başladık. Parke taşı döşeli dar sokakların birden bire açıldığı geniş meydanlar, kiliseler, değişik renklere boyanmış evler, bu evlerin içlerindeki antika eşyalar, bu evlerde yaşayan yaşlı insanlarıyla Trinidad, Fidel Castro önderliğinde yaşanan gerçek anlamda romantik diye tabir edilebilecek yarım asırlık dönemin  izlerini içinde en çok barındıran yerlerden. Gündüzleri sade, dingin huzurlu bir yaşamın sessizce soluk alıp verişini, geceleri Mayormeydanının hemen ortasındaki meşhur kilisenin yanından çıkılan merdivenlerle ulaşılan alanda Casa de La Musica’da, ritmik Küba ezgilerinin canlı çalınarak en kıvrak dansların yapıldığı cıvıltılı ritmik tempoyla arttırarak yaşayan, güzel bir şehir Trinidad. Küba’lılar buraya Kolonyal zamandan kalma diyorlar. İspanyollar ilk geldikleri yıllarda bu evler inşa edilmiş ve neredeyse ilk halleriyle kalmışlar. Evlerin içerisinde birçok antika ahşap eşyanın yanısıra antika cam, porselen eşyalar ve danteller de oldukça fazla ve tarzları ile dikkat çekiciler. Korsanlık, kaçakçılık, köle ve şeker ticareti ile mal varlıklarını edinmiş kişilerin, büyük bir zenginliği ve ihtişamı yaşayıp, sonrasında arkalarında bırakarak hüzünlü bir yanlızlığa terkettikleri evleri, günümüzde müze olarak yada başka amaçlar için kullanılıyorlar. Afrikalı kölelerin çokça kullanıldığı ve eziyet gördüğü bu evler sessiz tanıklıklarına hala devam ediyorlar. Şimdiki  halkın yaşadığı evler ihtişamdan uzak ve içlerinde çok az eşya yer alıyor. Bir-iki koltuk, küçük bir dolap, belki küçük bir televizyon ve genellikle en baş eşya ahşap sallanan sandalyeler. Bu sallanan sandalyeler Afrikalı kölelerin buraya gelirken taşıdıkları kendi kültürleriymiş.

Birçok kişi hem ev hem atölye olarak kullandıkları mekanlarında ürettikleri yağlıboya ve başka teknikteki resimlerini uygun fiyatlara satmaya çalışıyor. Buradaki resimlerde Havana’dakilerden farklı olarak daha canlı renkler ve daha çok Afrika kültürü ve insanına ait figürler görmek mümkün. Sokak aralarında çeşitli hediyelik eşya ve dantel örtülerin satıldığı küçük pazarlar var. Tabii ki farklı kokteylleri tatmak için irili ufaklı birçok kafe de mevcut. Biz de birkaç tanesini denemeden geçmedik.Canchanchara adlı mekanın aynı isimli kokteyli içine bal eklenmiş buz gibi romdan yapılıyor, mekanda her an canlı müzik ile dans edenleri izlemek yada dans etmek mümkün. İsterseniz bir masada elleri ile puro sarıp satan bir ustayı da izleyebilirsiniz.

Öğlen yemeğimizi yerel bir restoranda açıkbüfe seçeneğiyle aldıktan sonra küçük bir kafede seramik kupalarda sunulan adını hatırlayamadığım rom içerikli başka bir içkiden sonra günün geri kalan bölümünde otelimize dönerek, ülkemizde henüz karpuz kabuğu denize düşmeden biz Karayip denizinde sezonunu açtık. Oldukça sıcak, tuzlu ve dibindeki ince kumdan dolayı bulanık bir deniz suyu idi ama tertemiz olduğu kuşkusuz. Birkaç saat zaman geçirmek ve dinlenmek için idealdi. Akşam eski Amerikan otomobilleri ile otelimizden alınarak yarım saatlik araç mesafesinde olan bir köye istakoz yemeye gittik. Dönüşte biz otele dönerken bazıları gecenin hakkını vermek için Trinidad meydanında her akşam tekrarlanan canlı müzik ile dans şova katılmak üzere gittiler. (Küba’ya gelmeden biraz da olsa Salsa bilmek gerekiyormuş! Düşünemedik.)

Sabah erkenden tekrar Havana’ya dönmek üzere yola çıktık. Yarın 1 Mayıs ve biz Devrim meydanında bayramı kutlamak için Havana’ya bugün dönüyoruz. Ancak bugün devrimin önemli yerlerinden olan Santa Claraşehrine gideceğiz ki; şehirde aynı zamanda Che Guevera ve birçok devrim şehidinin anıt  mezarları da bulunmakta.Che efsanesi şu anda mezarının bulunduğu Santa Clara şehrinde başlıyor.Che Guevera Asker dolu bir treni 19 kişilik bir grupla durdurup ilk şehir savaşını kazanıyor.Biz anıt mezarın olduğu alana gitmeden önce Santa Clara’da bir süre mola verdik. Santa Clara’nın ana caddesi ve Vidal Meydanında fotoğraflar çektik. Meydanın dört bir yanında birçok tarihi bina yer alıyor. 1885 yılında yapılmış Caridad Tiyatrosu, ilgi çeken binalardan bir tanesi.  Akşamları ise meydanın etrafındaki cafelerde Küba dansları ve müzikleri her yana yayılıyormuş. Meydandaki banklarda oturan birçok kişinin bizden sabun, kalem, gibi isteklerini yanımızda getirdiğimiz kadarı ile karşıladık. Bu tür isteklerle başka yerlerde de karşılaştık ve İstanbul’dan yanımızda getirdiğimiz sabun, çeşitli kalemler, silgi v.b. gibi malzemeleri yettiği kadar dağıttık. Okul çocukları özellikle renkli kalem ve silgilere çok seviniyorlar. Küba’da eğitime çok önem verildiğini ve eğitimin ilk aşamadan üniversite de dahil olmak üzere çok iyi bir düzeyde ve ücretsiz olduğunu öğrendik. Her yerde okul kıyafetleri ile öğrencilere rastlamak mümkün.

Santa Claraoldukça küçük bir şehir. Bir kaç saat içinde neredeyse tüm şehir gezilip görülebilir ancak biz anıt mezara gitmek üzere kısa bir süre kalarak yola devam ettik. Şehrin merkezinden geri dönerek giden yol üzerinde genişçe bir alana gelince aracımızdan inip, yürüyerek Che’nin mezarının bulunduğu alana vardık. Binanın içerisine büyük çanta, fotoğraf makinası, çiçek gibi nesnelerle girilmesi yasak! Dışarıda hepimiz fotoğraf makinalarımızı Pırıl’a emanet edip anıt mezarın bulunduğu alana gruplar halinde alındık. Zehra İstanbul’dan getirdiği karanfilleri havaalanında aldılar diye üzülmüştü, oysa ki mezar alanına minik bir çiçek dahi sokmaya izin yok. Hem zaten her mezar taşında taze birer kırmızı karanfil var.

“1967 yılında Che devrim için gittigi Bolivya'da 30 kadar yoldaşı ile birlikte öldürülmüş. Che öldürüldükten sonra, ölümünün bir kanıtı olarak elleri bileklerinden kesilmiş ve öldürüldüğü yerin yakınlarında bilinmeyen bir mezara gömülmüş. Sonraları Bolivya'ya giden Küba'lı uzmanlar bu yeri tespit ederek Che'nin kemiklerini bulmuşlar. Küba hükümetinin baskilari ile 1997 yilinda Devrimci'nin mezari ülkesine nakledilmiş. Bugün Che burada huzur içinde yatiyor. Mezar taşının üzerinde ise, hiç sönmeyen bir meşale var..”

Mezar alanının karşısındaki bölümde Che Guevera’ya ait eşyaların ve fotoğrafların olduğu Che Müzesi yer almakta. Binanın dışında oldukça büyük bir mozalenin üzerinde Che’nin heykeli yer alıyor. Che Heykeli, yüzü Latin Amerika'ya dönük olarak yerleştirilmiş. Bu, Che'nin, “Latin Amerika ülkelerinin tümü, kendi devrimlerini gerçekleştirecekler” demesi anlamina geliyormuş.

Dönüş yolunda rehberimiz Carlos, Che Guevara , Fidel Castro ve Küba devrimi ile ilgili birçok konuda bilgi ve görüşlerini bizimle paylaşırken devrim sonrasında Fidel ve Che arasında geçen gerçek bir anekdotu da aktardı.

Fidel ve arkadaşları savaşı kazanıyorlar ama ülkeyi nasıl yönetecekleri bir dert. denir ki toplantıda görev dağılımı yapacaklar ama kim neyi alacakbelli değil. Fidel soruyor"Aramızda ekonomist var mı?", Che el kaldırıyor ve ekonomi bakanı oluyor. Daha sonra bunun esprisi yapılır;Fidel'in aranızda ekonomist var mı? Sorusunu, Che ‘nin  komunist var mı? Diye yanlış  anlamış olduğu söylenir.

Havana’ya tekrar döndüğümüzde aynı otelimize yerleştik ve akşam yemeğinden sonra eski Havana sokaklarına yeniden dönüş yapıp aynı sokak arasındaki meydanda bizim ihtiyar delikanlı müzisyenlerimizi tekrar bularak bizim için verdikleri konserlerini yeniden keyifle dinledik. ArdındanEl Floriditaisimli bara tekrar gidip, bu defa farklı aromalı daiquirílerimizi içerek  yazar Hemingway’in mekanı ile vedalaştık. Gecenin çok geç olmayan bir saatinde otele geri döndük. Bu gece sabaha karşı saat 5.00 de lobide buluşup 1 Mayıskutlamaları için devrim meydanına gideceğiz.

Sabah erkenden hepimiz kırmızıtişörtlerimizi giyinmiş olarak lobide buluşup devrim meydanına en yakın yere gitmek için otobüsümüze bindik, yola çıktıktan kısa süre sonra henüz aydınlanmamış sokaklarda 1 Mayısbayramını kutlama coşkusu içinde yollara düşmüş çok sayıda insanın caddeleri, sokakları dolduran renkli görüntülerine tanık olmaya başladık. Otobüsten inerek yürümeye başladığımızda İnsanlar genç-yaşlı-çocuk demeden sokakları şenlik alanına çevirmeye başlamışlardı bile. Her yerden davullar, borazanlar, çalgı sesleri yükseliyordu. Öbek öbek insanlar yürüyor bazı noktalarda durup, oldukları yerde müziğin ritmiyle kıvrak danslar ederek gerçek bir bayram sevinci yaşıyorlardı. Ellerde Küba bayrakları ve çeşitli pankartlar taşıyan insanlar son derece saygılı ve hiç bir itiş kakış yaratmadan sakince yürüyorlardı. İnsanların coşkulu sevinçlerine, tiz sesleriyle borazanlar eşlik ediyor, herkes keyfince bir bayram yaşıyordu. Bizler de dahil olmak üzere Dünyanın çeşitli yerlerinden bu gün için bu alanda bulunan insanlar da Küba halkı ile birlikte aynı sevince ortak oluyorduk. Gerçi bizim hiç alışık olmadığımız bir kutlama biçimi sergileniyordu. Gözlerimiz coplu polisleri, su sıkacak panzerleri ve üzerimize biber gazı sıkacak  timleri çok aradı! Ama nafile! Burada hiç birinden eser yoktu. Bunlardan mahrum kalmanın! Burukluğu içinde biraz duygulandık! Ama kendimizi çabuk toparlayıp bu farklı bayramı yaşamanın tadına vardık. Biz 7-8 kişi meydana yaklaşabilmek için ilerlemeye karar verdiğimizde, Kalabalık öylesine artmıştı ki yoğun insan gruplarının içinden tek sıra halinde meydana kadar birbirimizi kaybetmeden ilerleyebilmek için epey mücadele verdik. Nihayet meydana çok yaklaştığımız bir noktada törenin başladığını megafonla yayınlanan anonstan anladık. İspanyolca yapılan anonstan anlayabildiğimiz kadarı ile çeşitli devletlerden törene katılanların isimleri veriliyordu ve kısa bir sunumun ardından Küba Devleti 2. Cumhurbaşkanı  Raul Castroçok kısa süren bir kutlama konuşması yaptı, çalan Küba Milli marşının ardından insanlar kalabalık gruplar halinde kortejler oluşturarak geçit törenine katılmaya başladılar. İnanılmaz bir insan seli trafiğe kapatılmış caddelerden aşağı doğru akıyordu. Biz de bu sele kendimizi kaptırarak hem yürüdük, hem de fotoğraflar ve videolar çekerek bu anı hem kendi  hafızamıza hem de hafıza kartlarımıza kaydettik.

Fidel Castro sağlıklı olduğu dönemlerde 1 mayıs törenlerindebu meydanda çok uzun saatler süren konuşmalar yaparmış, biz kardeşi Raul Castro’nun kısa konuşmasıyla yetindik ama insanların bayram coşkusu görülmeye değerdi doğrusu. Fidel, Cheve yakınlarda ölen Venezuela devlet başkanı Chavez’in posterlerini taşıyan insanlar, bayraklarla yürüyenler, süpürgeleri ve çöp bidonlarıyla yürüyen çöpçüler, beyaz önlükleriyle doktorlar, baretleriyle işçiler  kimi ararsanız bugün  bu meydandaydı. Herkes gibi biz de keyifle,  gururla yürüdük, 1 Mayıs bayramını coşkuyla kutladık.

Sabahın henüz erken saatleriydi bici taxidenilen önde bisikletli bir sürücünün çektiği iki kişilik oturma yerine sahip dolmuşları kullanarak küçük bir şehir turu eşliğinde  katedral meydanına gittik. Saatin henüz erken ve bugünün tatil olması sebebiyle meydan neredeyse bomboştu. Meydandaki kafede bir süre oturup bir şeyler içtikten sonra otele dönenleri gönderip biz Seval ve Uğur ile meydanın arkasındaki eski Havana sokaklarına attık kendimizi. Izgara tipinde planlanmış sokaklarda birinden diğerine geçerek saatlerce dolanıp hem görüp, hem de fotoğraflar çektik. Binalar kolonyal mimarinin çok güzel örneklerini oluşturuyor. Evler iki-üç kattan oluşuyor ve sokağa bakan cephelerinde boydan boya birbirinden güzel balkonlar yer alıyor. Balkonlarda çeşit çeşit bitkiler ve renk renk asılmış çamaşırlar göze çarpıyor. İçleri ne durumda çok belli değil ama dıştan eski bile olsalar çok estetik ve güzel görünüyorlar. Binalardaki taş işçiliği ve pencere ve korkuluklardaki ferforje demir işçiliği çok etkileyici. Demirler nakış nakış işlenmiş sanki. Bu güzelim binalar bir de bakımlı olsalar seyrine doyum olmaz herhalde.

Otele geri döndüğümüzde kısa bir dinlenmenin ardından otelin önünden bizleri alan üstü açık, biri beyaz-bordo diğeri su yeşili renkli iki  eski Amerikan arabası ile yeni Havana’nın arka sokaklarında bir saatlik tur satın alarak dolaştık ve  gerçekten büyük bir keyif yaşadık. Şehrin arka tarafında içinde çok ilginç ağaçların ve ağaçlardan perde şeklinde yere uzanan devasa sarmaşıkların olduğu büyülü bir orman bizi bekliyordu. Ormanın yemyeşil ve müthiş manzarasını seyrederek, villa tarzı bahçeli evlerin çokça yer aldığı sokaklardan geçip bir parka ulaştık kısa süreliğine mola verdiğimiz bu parkta Dünyaca tanınmış bir ünlü ile buluştuk. The Beatlesgrubu solistlerinden John Lennonbir bankta oturmuş bizleri bekliyordu. Hemen yanına oturup birlikte fotoğraflar çektikten sonra keyifli turumuza devam ederek Katedral meydanına ulaştık. Bu üstü açık Amerikan araçları çok özenle yenilenmişler ve özel turlar için kullanılıyorlarmış. Araçlar çok şık giyinmiş sürücüleri eşliğinde sizi otelinizden alarak şehri dolaştırırken aynı zamanda rehberlik de ediyorlar. Bu eski şık arabalarla şehri turlamak müthiş güzel bir deneyimdi bizim için. (Bizim turladığımız aracı daha önce  Küba’yı ziyareti sırasında ünlü şarkıcı Beyonce’nin de kullandığı bilgisini de rehberimizden öğrendik.)

Eski Havana’da biten keyifli şehir turumuzdan sonra, başlayan hafif yağmur ve parke taş döşeli sokaklarda devam eden altyapı çalışmaları nedeniyle biraz çamurlanarak  Plaza de Armas meydanına ulaştık. Günün yorgunluğunu! canlı müzik eşliğinde Mojitholar ve kahveler içerek çıkartmaya çalıştık. Zaten mojitoları ve kahveleri içmek için hep bir bahanemiz vardı. Yarın dönüş günümüz, bu nedenle akşam toparlanma ve internetten yarınki uçuşun check-in işlemleri için akşam yemeğinden sonra lobide oturduk ve otelimizde her akşam canlı performans sergileyen ve hepsi kadınlardan oluşan müzik grubunun, coşturan nağmeleri eşliğinde, kıvrak danslar sergileyenleri izledik.

Sabah kahvaltının ardından, öğlen ayrılacağımız otelden erkenden çıkış işlemlerimizi yaparak, valizleri emanete bırakıp, kalan son bir kaç saatimizi de eski Havana sokaklarında geçirmek için: Ben, Seval ve Uğur yeniden eski Havana sokaklarına attık kendimizi.

Bu defa gözümüze kestirdiğimiz her sokağa girip, sokakta ve evlerinin önünde günlük yaşamları içindeki Kübalı’larla daha fazla haşır neşir olduk. Ah! Bir de dillerini  biraz bilip sohbet edebilseydik daha güzel olurdu ama yine de gülücüklerle, el kol işareti ve biraz İngilizceyle kısmen anlaştık. Sokaklar ızgara biçiminde birbirinine parelel ve her biri  bir cadde ile kesişiyor. Birinden çıkıp, diğerine girerek dolaştık. Yani kaybolmanız imkansız!

Sokak aralarında kapı içlerinde oturmuş sohbet eden yaşlılara, oyun oynayan çocuklara sıkça rastladık. Bir seyyar arabadan sebze alışverişi yapan insanları, sadece onların  kullanımına açık dükkanlardan  karneleri ile ihtiyaçlarını karşılamalarını izledik. Bakkala benzeyen ama çok az sayıda çeşitin yer aldığı bir dükkan çalışanı, bizi içeriye davet ederek hem raftaki ürünleri hem de kullanılan bir alışveriş karnesini fotoğraflamamıza izin verdi. Dükkana gelmiş küçük bir kız çocuğuna verdiğim oyuncaklı bir kalemtraş ve kalemin karşılığında, minicik bir çift gözden, bana sunulan sıcacık gülüşleri armağan olarak aldım. Karnede süt tozu, et, kuru baklagiller gibi temel ihtiyaç maddelerinin yanında içki olarak rom dahi yer alıyordu. Aylık kazançları çok düşük olsa dakısıtlı miktarlarda verilse bile bir çok ihtiyaç maddesi karne ile halka dağıtılıyor.Dünya'da kişi başına en çok doktorun düştüğü ülke Küba. İlaç ambargosu nedeniyle kendiilaçlarını yapmışlar ve dünyayı  sömüren ilaç firmalarının boyunduruğunda değiller. Elektrik, su gibi ihtiyaçları için oldukça küçük miktarlar ödüyorlarmış. Eğitim zaten tümüyle ücretsiz.Küba’nın farklılığı belki de  liderlerinin diğer benzer idare biçimindeki Kuzey Kore, Çin gibi tek tip bir yaşama insanlarını zorlamamış olması. Küba’nın hiç bir yerinde halkı birtakım kurallara fazlaca zorlayan baskıcı bir düzenin izlerini göremiyorsunuz. Hatta genel olarak durumlarından memnun bir halleri var gibi. Ama ülkenin turizimle dünyaya açılması ister istemez  kültürel anlamda yozlaşmayı da beraberinde getiriyor. Belki bundan on yıl önce farklı bir Küba manzarası ile karşılaşmış olacaktık. Genellikle yaşlı nesil, devrim bilinci ve ideolojisini  hala taşıyor görünse de yeni neslin ülkeye gelen turistler aracılığıyla gördükleri başka dünya düzenlerine ve göreceli de olsa onların gelir düzeylerine özeniyor olmaları, yozlaşmayı hızlandıran etkenlerden olacaktır ne yazık ki! Umarım gelecek yıllar onlar için çok sorunlu olmaz.

Vakit darlığından hızlıca dolaştığımız sokaklardan zor da olsa ayrılarak otele dönüş için taksiye binmeden, son kez buz gibi birerpina coladaiçerekotelimize döndük. Otobüsümüz ile havaalanına gittiğimizde, çok keyifli günler geçirdiğim bu güzel ülkeye tekrar gelebilmeyi gerçekten çok umut ederek Küba’ya şimdilik veda ettim.

Şimdi düşünüyorum da Küba’nın beni çok etkileyen gizemi neydi diye: Yemyeşil doğası mı? Müziği, dansı, sıcakkanlı insanları mı? Mojito’su, daiquirí‘si, pina colada’sı mı? Tarih ve tütün kokan sokakları, zarif binaları mı? Che efsanesi, Fidel Castro romantizmi mi?Belki bunların hepsi, belki de bana gülümseyen bir çift minik gözdeki gibi hala çocuk saflığında bir ülke olmasıydı.

Mukaddes Uçar Şenkal

Mayıs 2013 – İstanbul