Delhi-Agra-Mine Karahan Taner

AMRITSAR, RISHIKESH, HARIDWAR-Pırıl Yay
December 22, 2011
Khajuraho-Varanasi-Pırıl Yay
December 29, 2011
AMRITSAR, RISHIKESH, HARIDWAR-Pırıl Yay
December 22, 2011
Khajuraho-Varanasi-Pırıl Yay
December 29, 2011

Delhi-Agra-Mine Karahan Taner

13 14 Aralık / Mumbai  / 15-16 Aralık / Udaipur / 17 Aralık / Otobüs / 18 Aralık / Jodphur /19 Aralık / Jaipur /20 Aralık / Amritsar – Tren /21 -22 Aralık /Rishikesh – Haridwar /23-24 Aralık / Delhi /25 Aralık / Fatehpur Sikri – Agra /26 Aralık /Agra – Jhansi /27 Aralık / Khujaharo – Varanasi Tren /28-29 Aralık / Varanasi – Delhi /30-31 Aralık/ Delhi – Türkiye

23 Aralık 2011 – Delhi    Bir Modern Başkent ve Karmaşık Duygular

Gece yarısı Haridwar’dan bindiğimiz tren “Sleeper A/C “ sınıfı, yani çarşaf ve battaniye veriyorlar. Tren sıcak, Allahtan yukarıdaki kocaman fanlar ya bozuk, ya da kimsenin aklına gelmemiş açmak…Huzur içinde bir yolculuk oluyor Delhi’ye varışımız. Delhi son istasyon olduğundan rahatız. İndiğimiz istasyon New Delhi Tren Istasyonu. Sağlam bir merdiven çıkıp indikten sonra tuktuk ve taksiler etrafımızı sarıyor. Sabah saatin 5:30’u ve hava henüz aydınlanmamış bile…Otel yürüyüş mesafesinde, yürüyerek ve sorarak bulabiliriz diyoruz ve öyle oluyor. Hostel Smyle Inn’e vardığımızda lobide uyuyan görevliler içimizi burkuyor, söylenerek uyanıyor, sabah 8’de oda hazır olunca bizi alabileceklerini söyleyip yukardaki internet kafe kısmına yönlendiriyorlar. Çıkıp bekliyoruz, biraz kitap okuyalım diye ışık ararken sigortaları attırıyorum! Derken sabah 8 oluyor ve odalarımıza yerleşiyoruz. Superior oda istemiştik ancak bize verdikleri soğuk bir oda. Neyse sonra daha büyük bir odaya geçip yıkanıp paklanıyoruz. Ezgi yorgun, uyuyor. Pırıl, Sinan ve ben çıkıp Everest Cafe diye bir Nepallinin işlettiği şeker bir kafeye gidip birer “İspanyol” kahvaltısı yiyoruz. Sonra çıkıp şehri keşfetmeye karar veriyoruz. Bugün şehrin eski kısımlarını gezeceğiz, yani Old Delhi kısmını. İlk gittiğimiz yer otelimize yakın Connaught Place (Meydanı). Birbiri ardına çember şeklinde iç içe geçmiş caddelerden oluşan Yeni Delhi’nin kalbi bu meydan 1932’de bir İngiliz mimar tarafından inşa edilmiş. Kahvemizi içip o enerjiyle yürümeye koyuluyoruz, ilk adres Chandni Chowk denilen Pazar bölümü. Her tarafı yürüyoruz, yollar pis, tozlu…İlk önce “Jami Mescid” bizi karşılıyor.

Bu camii Hindistan’ın en büyük camii, 25 bin kişilik bir kapasiteye sahip. Mughal (Babur) İmparatoru Şah Cihan tarafından 17.yy’da yaptırılmış. Camiye avludan girişinde bile ayakkabılar çıkartılıyor. Fotoğraf makinası ve kamera için bir ücret talep ediliyor ve çantalar aranıyor. Avlu çok büyük ve gösterişli. Girişte kadınlara bir tür elbise veriyorlar, ama baş örtmeleri istenmiyor, Ezgi kızıyor ben ise şaşırıyorum duruma. (Sultanahmet Camii’ne girerken bir rehber olarak her seferinde başımı kapatmak istemediğim için düştüğüm durumları hatırlayarak). Ortada büyük bir havuz var. Şah Cihan Mughal (Babur) İmparatorluğu’nun en önemli sultanlarından bir tanesi. Taç Mahal’i yaptıran da o. Bu camiinin yapımında Fatehpur Sikri’den kırmızı kumtaşı ve yakınlardaki bir mermer ocağından beyaz mermer getirtmiş. Camii günbatımında muhteşem gözüküyor. Oradan çıkınca yürüyerek Kızıl Kale’ye (Lal Quila)ya geliyoruz.

Bu kalenin hüzünlü bir öyküsü var. Şah Cihan bu kaleyi 1638’te, başkent henüz Agra iken yaptırmış. Ancak acımasız ve hırslı oğlu Aurangzeb (Aurangabad Şehrinin kurucusu), kendisi başa geldiğinde başkenti Agra’dan Delhi’ye taşımış ve babasını bu kaleye hapsetmiş…Aurangzeb Mughal Hanedanının sonunu getiren sultan…Kale gün batımında muhteşem bir kızıllık saçıyor, içine girmiyoruz. Gün yavaş yavaş gürültülü ve kaotik bir şekilde üstümüze yürürken kendimizi bir taksiye atıp Connaught Place’e geliyoruz. Işıklar içindeki alışveriş caddesi Janpath’ı es geçtik bugün. Acıkan karnımızı Delhi’nin meşhur kebapçısı Nizam’da değişik kebapları deneyerek doyuruyoruz. Daha sonra yürüyerek Pahar Ganj bölgesindeki otelimizin yolunu tutuyoruz. Yorgunuz, ertesi gün daha Yeni Delhi’yi gezeceğiz, yıkanıp paklanmak lazım…Ezgi ile odamıza geldiğimizde tatlı bir sürprizle karşılaşıyoruz, ısıtıcı gelmiş odaya! Artık gönül rahatlığı ile yıkanabiliriz, yaşasın sıcak su ve temiz çarşaf!!! TV’miz bile var, odamızda wireless var, maillerimizi kontrol edip, biraz Bollywood dizisi izleyip uyuyoruz.

24 Aralık 2011 – Delhi

Bugün Delhi’nin modern kısmını dolaşmaya karar veriyoruz. Metro istasyonu için yürüyerek tren istasyonuna geliyoruz. İlk gitmek istediğimiz yer Qutub Minar. Buraya tekli bilet belli bir ücrette, ama günlük turist bileti alırsak daha uygun bir ücret veriyoruz, kartı iade ederken bir kısmını geri almak kaydıyla…Önce jetonu deniyoruz, epey bir gittikten sonra Qutub Minar’e varıyoruz.

İnince hemen yakın değil, tuktuk’a binip hemen yanına kadar gidiyoruz. Görkemli bir kompleks burası, ve önemli, çünkü Müslümanların son Hindu Krallığını yenerek kendi mimarilerini inşa etmelerinden dolayı erken dönem Afgan-Hint Mimarisini yansıtıyor. Kule 73 metre  yüksekliğinde, oldukça etkileyici. Yapıldığı tarihin 1100’ler yani 12.yy olması, Türkiye’de erken Selçuklu mimarisi ve kültürünü aklıma getiriyor. Çini işleri, kullanılan kum taşı, mukarnaslar ve süsleme öğeleri çok benziyor. Fotoğraflarımı çekip dolmuşa atlayarak tekrar metroya geliyoruz ve bu sefer Hümayun Türbesi’ne doğru yola çıkıyoruz.

Türbenin girişinde rehber kokartımı gösterip ücretsiz olarak içeri girebiliyorum ancak Ezgi, Pırıl ve Sinan yakalanıyorlar. Eh, 250 rupi az değil neticede…Bahçenin bir iki fotoğrafını çekip geri dönüyoruz. Bu türbe de çok özel, kırmızı kumtaşı ve mermer birlikteliğinin en güzel örneklerinden biri, charbagh (dörtlü bahçe) tarzı bahçeleri ile göz kamaştırıyor. Erken Mughal mimarisinin güzel örneklerinden olan bu yapı, Sultan Hümayun’un İran kökenli eşi Hacı Hamide Banu Begüm tarafından 16.yy’ın ortalarında inşa ettirilmiş. Sultan Hümayun, Sultan Babür’ün oğlu ve Sultan Ekber’in babası. Astronomi, astroloji, esrar ve kadınlara düşkünlüğü ile bilinen bir sultan. Bir akşam takvimler 26 Ocak 1556’yı gösterirken, Venüs gezegenini gözlemek için çıktığı merdivenden düşerek ölmüş ve  bu güzel türbede eşi ile beraber huzur içinde uyuyor.

Bir sonraki durağımız tekrar metroya binerek Baha’ilerin tapınağı Lotus Tapınağı

1986’da yapımı tamamlanan bu ekspresyonist tapınak 2500 kişilik kapasiteye sahip. Bahai inancına göre inanan herkesin dua edebildiği tapınağın mermerleri Yunanistan’dan getirilmiş. Gün batımında dev bir beyaz lotus gibi görünen bu muhteşem tapınağı dışarıdan fotoğraflıyoruz. Daha sonra lüks mağazaların olduğu Khan Market’a doğru yola çıkıyoruz. Geldiğimizde aslında düşündüğümüz kadar lüks mağazaların olmadığını görüyoruz. Acıktığımızı fark ederek önce “Kitchen” diye bir restoranda karnımızı doyuruyoruz. Şimdiye kadar yediğimiz en pahalı yemek bu. Ama görece daha lüks bir muhitteyiz. Bir önce baktığımız restorandaki “kırmızı şarap soslu tenderloin biftek” benim asıl istediğim ama nasıl olsa Delhi’ye döneceğim, kendim gelirim diyorum. Karnımızı doyurduktan sonra Cafe My Coffee zincirinde kahvemizi içerek ekibin geri kalanı ile ayrılıyoruz. Ben 24 Aralık akşamı Christmas olduğu için bir kilise bulup mum yakıyorum. Bu kiliseye ayakkabı çıkarılarak giriyor ve bir Hindu tapınağını andırıyor. Daha sonra daha yakın bir metro durağı keşfediyor, otele dönüyor, duş yapıp uyuyorum. Ertesi gün Agra’ya doğru yola çıkacağız.

25 Aralık 2011 – Delhi/Agra     Fatehpur Sikri (Hayalet Şehir)

Bir önceki gün oteldeki görevlinin yardımıyla “Tatkal” kontenjanında (%15 daha pahalı son dakika biletleri!) bulduğumuz 9:20 treni Yeni Delhi İstasyonundan değil Nizamüddin İstasyonu’ndan kalkacak. Bu nedenle sabah bir taksiye binerek istasyona gidiyoruz. Taksici o kadar deli kullanıyor ki midem bulanıyor. Vaktinde geldiğimiz istasyonda trene biniyoruz. 3,5 saatlik bir yolculuk olacak. Tren soğuk, pencerelerin arasından rüzgar üflüyor ve pis…Bir Hint Treni klasiği, zaten aksi olsa şaşardım. Neyse ki kısa bir yolculuk,  hemen geçer. Öğle vakti Agra’ya varıp hemen önümüze çıkan bir taksiciyle Fatehpur Sikri’ye gitmek üzere pazarlık ediyoruz. Yolun 45 dakika sürmesi gerekiyor ancak yollar çok kötü, rikşalar, inekler, yayalar….”kaos” kelimesi anlamını burada buluyor. Her sene, nüfusun sadece % 1,2’sinin araba sahibi olduğu bu ülkede, 110 bin kişinin trafik kazalarında öldüğü gerçeğini hatırlıyor, ürperiyorum. Taksici bizi yolda yemeğe sokuyor, hem kötü bir yemek yiyor, hem de epey bir para ödüyoruz. Olsun, yollarda zaten bir şey beklememek lazım deyip geçiyoruz. 1,5 saat süren yolculuktan sonra bir rehber tutuyoruz. Rehber bizi bir rikşaya bindiriyor, 1 dakika sonra inip geldik diyor. Fatehpur Sikri’yi anlatmaya başlıyor, ancak o kadar tekdüze, İngilizcesi anlaşılmaz ve sulu ki kendimizi fotoğraf çekmeye veriyoruz. Ayakkabılarımızı çıkartmış olduğumuzdan zaten ayaklarımız üşüyor, Allahtan yanıma patik almıştım bu gezide…

Bu şehir kısa bir süre (1571 ile 1585 arası) Sultan Ekber döneminde Mughal (Babur) İmparatorluğu’nun başkenti olmuş ve daha sonra su kaynaklarının azlığı sebebi ile terk edilmiş, bu yüzden hayalet şehir de deniyor. Şehrin anlamı Fatehpur (yani Fatih’in Şehri).  İlk girdiğimiz yer Dergah Camii.

İlk dikkatimizi çeken, beyaz mermerden yapılmış ve 1585’de tamamlanmış olan Şeyh Salim Çisti Türbesi.  Bu türbe bir türlü erkek evlat sahibi olamayan Ekber’e evlat müjdesini veren Sufi Şeyh için inşa ettirilmiş ve bugün de çocuğu olmayan kadınlar buraya gelip, bu mübarek zatı ziyaret edip çaput bağlayarak çocuk sahibi olmayı diliyorlar. Daha sonra çevredeki diğer saray ve bahçeleri geziyoruz. Ekber demişken, bu en büyük Mughal imparatorundan bahsetmeden geçmemek lazım. Ekber, babası Hümayun öldüğünde sadece 14 yaşındaymış. Bayram Han onun akıl hocası olduğundan şanslı olan genç sultan, öncelikle güvenliği sağlandıktan sonra tahta oturtulmuş. Çok genç yaşta tahta geçtiği için ne babası, ne de dedesi kadar eğitimli olmayan Ekber bunu çok önemsemiş ve her zaman etrafında bilge insanlar bulundurarak ne kadar çok şey öğrenebilirse öğrenmeye çalışmış. 40 binden fazla Arapça ve Farsça kitabı Sanskritçeye tercüme ettirerek kütüphanesine koydurmuş. Müzik ve avcılık da diğer tutkuları imiş bu sultanın, ayrıca gece polo oynamayı çok severmiş. Ancak hayatındaki her şey tamam olan ve masal aleminde yaşayan Ekber’e haremindeki 3 farklı dinden eşi (Müslüman, Hristiyan, Hindu) ve 500’den fazla cariyesi istediği tek şeyi veremiyormuş: Soyunu devam ettirecek bir varis…Şeyh Salim ona üç erkek evlat sahibi olacağını ve üzülmemesi gerektiğini söyleyince içine sular serpilen imparator, ilk erkek çocuğunu doğuran Hindu karısı Jodha ilebirlikte gelecekte imparator Cihangir (dünya hakimi) olacak olan çocuklarına “Salim” adını vermiş…Ekber, Agra’daki Kale’yi genişletmiş ama Fatehpur Sikri’yi kendine başkent edinmiş. 1571’de bu şehri imar ettirmeye başlayan Ekber, bir çok saray ve bahçeler yaptırmış. Ekber’in bir başka özelliği ise Sufi Filozofu Şeyh Salim ile yakın dostluğunun ona getirdiği hoşgörü duygusu imiş. Ekber, Cizvit Papazları, Yahudileri, Hinduları huzuruna çağırıp onlardan kendi felsefelerini anlatmalarını ister, anlatılanları uzun uzun dinler, düşüncelere dalarmış. İlk defa bir Müslüman yönetici diğer dinlere karşı bu denli tolerans gösteriyormuş. O kadar ki Müslüman olmayan halka uygulanan “cizye” vergisini kaldırmış ve “İlahi Din” denilen ve tüm felsefe ve dinleri harmanlayan bir yeni din ortaya koymuş. Ancak Ekber’in ölümünden sonra bu felsefe oğulları tarafından sürdürülemeyerek unutulmuş. Ekber ile ilgili bir diğer hikaye de sarayında düzenlediği bir yarışma ile ilgili. Ekber bir akşam sarayından dışarı bakıp Yamuna Nehri’ndeki soğuk suda bir gece kalabilecek bir yiğit aramaya karar vermiş. Kazanan 1000 altın lira ile ödüllendirilecekmiş. Bir sürü güçlü kuvvetli güreşçi ve yiğit yarışmaya katılmış. Bu katılanların arasında çelimsiz ve kısa boylu bir çamaşır yıkayıcısı “Dobi” dikkat çekiyormuş. Gece ilerleyip soğuk şiddetini arttırdıkça yiğitler birer birer sudan çıkar olmuşlar. En sona kalan madalyalı bir güreşçi ile çiroz dobi olmuş. Derken zaman geçmiş ve güreşçi de dayanamayarak sudan çıkmış. Kimsenin beklemediği şekilde Dobi yarışmayı kazanmış. Ekber onu huzura çağırarak sormuş “Ey çelimsiz adam, bunu nasıl başardın?”. Adamcağız “Sultanım, o soğuk sudayken ileride sizin sarayınızdan gelen bir ışık vardı, o mumun ışığının sıcaklığını hayal ederek hayatta kaldım” demiş. Divandaki bakanlar bu hikayeye inanmamışlar, bir kişi hariç: Hindu Raca Birbal. “Sultanım, bu garip yalan söyler, bırak gitsin verme buna hediye filan” diyerek Ekber’i kandırmışlar. Ekber ödül kazanan çamaşır yıkayıcısı garibanı huzurdan kovmuş. Bunun üzerine Raca Birbal tek kelime etmeden huzurdan ayrılarak gözden kaybolmuş. Kaç gün huzura gelmemiş. Bu arada haber gönderiyormuş, “Sultanıma söyleyin, çorba pişiriyorum”. Aradan geçen üç gün Ekber’i kızdırmış ve meraklandırmış. Kendisi Birbal’in evine gitmiş, gerçekten de Birbal tenceresinin başında habire çorbayı karıştırıyormuş. “Birbal, üç gündür çorba pişmez mi, sen ne edersin?” diye sormuş. Birbal başını sallayarak” Sultanım, ben de anlamadım, pişmiyor bir türlü” demiş. Çorbanın altına bakan Ekber ateşin yanmadığını görünce köpürmüş: “Bre Birbal, ateşsiz çorba mı pişer, sen benimle dalga mı geçersin?”.Birbal hayretle bakarak “Sultanım, karşıdaki ışığın sıcaklığını düşünerek çorbamı ısıtmaya çalışıyorum, neden olmuyor ben de anlamıyorum” deyince Ekber yaptığı hayatı anlamış. Dobi’yi huzuruna çağırarak özür dilemiş ve ödülünü takdim etmiş…

Fatehpur Sikri’den çıktıktan sonra akşam karanlığında otelimizi zar zor buluyoruz. Otele giriş yapmamız rezervasyon atlandığı için 1 saat 50 dakikayı buluyor. Üşüyorum, sonunda bir iki lokma yiyerek uyuyorum. Yanımızda ne varsa onları yiyip, yanında bol bol chapati (ekmek) söylüyoruz. Mutfaktan sıcak su buluyorum, çay içiyorum, acıyan boğazıma iyi geliyor. Yarın sabah erkenden kalkıp Taç Mahal’e gideceğiz. Kıyafetlerimiz ile orada fotoğraf çektirmek istiyoruz, geceden giyeceğimi hazır edip yatıyorum.

26 Aralık 2011 Taç Mahal

Sabah erkenden uyanıp makyaj yapıyor, üstüme kat kat giysimi ve diğer polar vs. ne bulursam geçiriyorum. Ezgi, Pırıl ve Sinan da hazır olunca çıkıyoruz. Fotoğraf makinalarımız şarj edilmiş, dudaklarımıza Ezgi’nin kalıcı kırmızı ruju sürülmüş bir şekilde Taç Mahal’in yolunu tutuyoruz. Tuktuk ile 5 dakikada girişine varıyoruz. Girişte biletlerimizi alıp İmran Han isimli rehberimizle beraber içeri giriyoruz. Öncelikle kapıdaki 11’i bir tarafta, 11’i diğer tarafta toplam 22 kubbeyi ve dört yönü gösteren mükemmel simetride yapılmış bahçe kapılarını görüyoruz. Etrafta ziyaretçilerin kalmaları için tasarlanmış odalar var. İlk adım attığımızda Taç Mahal’i o güzel silueti beliriyor sisler içinde. Önündeki o küçük havuz su ile dolu, gökyüzünün o sudaki yansıması, mistik görüntüsü ve aşka adanmış bir bina olması etkiliyor beni. İlk önce fotoğraf çektirmek için heyecanlanıyoruz, güneş yükseldikçe sis kalkıyor, biraz daha yaklaşıyor, grup halinde fotoğraf çektiriyoruz.

Bireysel fotoğraflar, Taç Mahal’i tutarken fotoğraflar, pozlar derken fotoğraf hevesimizi hallediyoruz ve İmran’ın anlattıklarına kulak veriyoruz. Taç Mahal mükemmel simetride bir bina. Bembeyaz mermerden yapılmış, siyah oniks taşı ile tüm kaligrafik yazıları içine kakma tarzı ile oturtulmuş, floral motifleri “pietra dura” tekniği ile farklı yarı değerli taşlar ile yine kakma yöntemi ile yapılmış olan muhteşem binada simetrik olmayan tek şey Şah Cihan’ın türbesi.

Şah Cihan kendisi için yas rengi olan siyah bir türbe yaptırmak istemiş, ancak bu türbe hiçbir zaman bitirilemediği için buraya, sevgili eşi Ercüment Banu Begüm Han’ın yanına gömülmüş. Şah Cihan (o zaman Prens Hürrem) ile Ercüment Banu Begüm Han (Mümtaz Mahal) bir pazar yerinde tanışmışlar ve Şah Cihan, üvey annesinin yeğeni olan bu güzel kıza o an aşık olmuş. 1612’de evlendiklerinde Mümtaz Mahal 19, Şah Cihan ise 20 yaşındaymış. Evlilikleri boyunca 14 çocukları olmuş, ancak sadece 3’ü kız, 4’ü erkek olmak üzere 7 evlatları yaşayabilmiş. Bu sıralar Prens Hürrem’in babası Cihangir hayatta olduğu için henüz imparator değilmiş. Şah Cihan tahta çıktıktan dört yıl sonra Mümtaz Mahal 14.çocuklarını doğururken vefat etmiş. Bu sıralar ikisi de Burhanpur’da çadırda kalıyorlarmış. Mümtaz Mahal Şah Cihan nereye giderse gitsin, hep onunla seyahat edermiş ve ölüm onu kamp çadırında yakalamış. Mümtaz Mahal son nefesini verirken Şah Cihan’dan başka hiçbir kadından çocuk sahibi olmamasını ve aşklarının simgesi olarak onun için çok güzel bir türbe inşa ettirmesini istemiş. Acı içindeki sultanın gözlerinden akan bir damla yaşı silen imparator, cennetten sonsuzluğa akan bu gözyaşını muhteşem bir binayla ölümsüzleştirmeye karar vermiş. Gül sularıyla ve misklerle yıkanan naaş, önce geçici olarak Tapti Nehri’nin kıyısına, daha sonra Taç Mahal’e defnedilmiş. Şah Cihan 40 gün boyunca ne yemiş, ne içmiş, ne müzik dinlemiş, saçları beyazlamış, hep beyazlar giymiş, hep ağlamış…Taç Mahal’in inşasında 20 bin işçi çalışmış, 3 önemli mimar görev yapmış, Sultanahmet Camii’nin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa da gözlemci olarak görevli imiş. 1500 fil, defalarca gidip gelerek yaklaşık 190 km uzaklıkta Makrana’daki  mermer ocaklarından tanesi 1,5 tonluk beyaz mermerler  taşımışlar. 3 km uzunluktaki bir rampa ile bu mermerler inşaat alanına alınmış. Kırmızı kumtaşı Fatehpur Sikri’den getirilmiş. Mimaride bu dünyada bir cennet yaratılmaya çalışılmış, yeşil bahçeler cennet bahçelerini, floral mermer kakmalar ise cennetten çiçekleri simgelemiş. Mümtaz Mahal’in gözyaşı ise türbenin kubbesinde saklı…Türbenin bakımı için 31 ayrı köyden elde edilen 2 milyon rupilik bir bütçe ayrılmış. Şah Cihan’ın evlatlarından yana şansı gülmemiş. Hasta olunca oğullarının arasında bir taht savaşı çıkmaması mümkün değilmiş, ama Şah Cihan oğlu Aurangzeb’in bu kadar kötü olabileceğini düşünememiş olsa gerek…En büyük oğul Dara Sikhon Şah Cihan hastalandığında yanında imiş, diğer oğullarının hepsi farklı yerlerdeymişler. Babası ve dedesi gibi hoşgörülü ve zeki olan Dara, çıkan bir taht savaşında Aurangzeb tarafından öldürülmüş ve başı kesilerek Şah Cihan’a yollanmış. Kalbi kırılan Şah Cihan, oğluna öğütler vermeye çalışmış ama nafile…Aurangzeb sonunda babasını Delhi’deki Kızıl Kale’ye hapsetmiş. Burada bir sekiz yıl daha yaşayan Şah Cihan, öldüğünde Taç Mahal’e defnedilmiş. Oğlu Aurangzeb babasını ne Kızıl Kale’de, ne de Taç Mahal’de hiçbir zaman ziyaret etmemiş. Allah hayırlı evlat versin demek lazım bu durumda…

Taç Mahal ziyaretimiz sırasında rehberimiz İmran Han bize nişanlı olduğunu anlatıyor. O Müslüman, nişanlısı Hindu imiş ve aileleri hiç memnun değilmiş. Aşk her şeyi çözer diyorum gülümseyerek, o da “tabii” diyor. Hindistan gibi bir ülkede farklı dinlerden insanların birbirleriyle evlenmesinden daha doğal ne olabilir ki? Beraber bir veda fotoğrafı çektiriyoruz ve İmran’a hoşça kal diyerek Taç Mahal’den ayrılıyoruz. Hasta oluyorum galiba, otele dönüp dinleniyorum. Rishikesh’den aldığım battaniye çok işime yaradı. O battaniyeye sarınıp oturuyorum otel lobisinde, kızlar Seyyahhane’nin yazılarını düzenliyorlar. Sonra elektrik gidiyor, güneşte oturup kemiklerimizi ısıtıyoruz. Öğleden sonra trenimiz var, 3 saatlik bir yolculukla Jhansi diye bir kasabaya gideceğiz. Gece orada kalıp, ertesi gün Khuajaro’daki Kama Sutra Tapınaklarını görmek istiyoruz. Jhansi’ye varınca tuktukçu bizi bir otele götürüyor. Ucuz bir yol üstü oteli. Oda arkadaşım Ezgi ile birer kova taşıma sıcak suyla banyo yaptığımz, bir parça chapati, bir adet krem peynir ve bir mandalinayla karnımızı doyurduğumuz bu pis otel, kaldığımız oteller arasında en kötülerden biri olarak tarihe geçiyor. Ertesi sabahı iple çekiyoruz, bakalım Khuajaro’ya bir taksi bulabilecek miyiz???

29 Aralık 2011- Delhi    Kürkçü Dükkanı Delhi – Artık Tanıyorum Ben Bu Şehri!

Varanasi’den tam vaktinde inen uçağımdan çıkıp, çantamı aldıktan sonra taksinin parasını ödeyerek eski hostelim Smyle Inn’e doğru yola çıkıyorum. Kızlarla ve Sinan’la Varanasi’de vedalaştık. Onlar bugün Kolkata’ya geçecekler, ben de Delhi’ye gelip burada iki gün daha kalacağım. Delhi’yi sevdim, bilemiyorum neden, belki de büyük şehirden gelen biri olduğum için. Zaten henüz gidemediğim yerler vardı, onları gezerim diyorum. Nedense garip bir yorgunluk var üzerimde. Otele gelince uygun fiyata lüks olan kısımda bir oda veriyor otelci, ne de olsa tanıyor beni artık…Otele eşyaları atıp Pahar Ganj bölgesinde bir yürüyüşe çıkıyorum. Artık alışverişlerimi bitirmeliyim, fazla vakit kalmadı. Çok acıktığımı fark edip bir restorana çöküyorum. Bir thali söylüyorum (karışık meze tabağı gibi bir yemek) ancak okul kantinlerinde tabldot çıkanlar gibi bir yemek geliyor. Bizim askerlerin “kara şimşek” dedikleri yeşil mercimek (dhal), beyaz pilav, sebzeli ve baharatlı bir sosla yapılmış sebzeler devasa boyutta. Bir kısmını sonra yemek için paket ettiriyorum. Bu arada neredeyse 3 haftadır kola içmemiştim, bir tane yuvarlıyorum, pek de iyi geliyor. Otele dönüyorum, TV’de bir Amerikan filmi, izlerken dalıyorum. Tam 12 saat sonra sabah 6’da gözümü açıyorum, evet yorgunluk vardı ama bu kadar olacağını tahmin edememiştim…Artık gezmeye hazırım. Hemen en yakın metroya gidip turist kartımı alıyorum. İlk gitmek istediğim yer Akshardam Tapınağı. Bu devasa Hindu Tapınağı özellikle gece son derece gösterişli gözüküyor. Ancak içeri girişte çantaların alınmadığını, güvenlik kuyruklarının çok uzun olduğunu görüyorum. Bir de cep telefonları ve fotoğraf makinalarının kesinlikle alınmadığını öğrenince hevesim kırılıyor. Zaten aşırı bir sis ve hava kirliliği var bu sabah. Vazgeçip çıkıyorum, tekrar metroya binerek “Central Secretariat” durağında inerek Parlemento Binası ve Bakanlıkları görüyorum.

Devasa bir meydan ve 1 milyarlık bir ülkenin güç erkinin bulunduğu noktaya yakışır binalar.

Çimenlerde oturan halk dikkatimi çekiyor, bizde olsa Ankara’da bir bakanlığın bahçesinde piknik yapan bir halk düşünülemez bile. Burada inekler bile gelse kimsenin bir şey dediği yok, yalnızca girilmeyen bölgelere girmeye çalışınca görevliler kibarca uyarıyor. Oradan India Gate yani Hindistan Kapısı’na gelmeye niyetim var, ancak mesafe 2-3 km. gibi görünüyor. Güneş güzel, dinlenmişim de…Yürüyorum, sis de kalkıyor yavaştan. Hindistan Kapısı bir Zafer Takı havasında yapılmış. Bugüne kadar ülkenin dışında savaşan Hint Askerlerini anmak için inşa edilmiş. İçinde görevlilerin hep canlı tuttuğu sönmeyen bir ateş var. Etrafında bir çok turist, yerel halk, Hintli turistler ve sürü sepet seyyar satıcılar…

Yine yürüyerek Milli Müze’ye geliyorum. Milli Müze’de herhalde Hint Mitolojisi ve Tarihinin en detaylı eserlerini görürüm diye düşünüyorum, nitekim gördüğüm en güzel sergileme bu müzede. Sıcak ve güzel aydınlatılmış olması bile yeter!

Daha sonra metroya binerek INA Market’a geliyorum. INA, Hindistan Ulusal Havalimanları’nın kısaltılmış hali, bu pazara bir şekilde ismi verilmiş.

Pazarda baharat, canlı tavuk ve horoz, sebze, meyve, kılık-kıyafet, bir sürü ithal ürün vs. var. Bu neşeli pazardan son baharat ihtiyaçlarımı da aldıktan sonra tekrar metroya dönerek Khan Pazar’a dönüyorum. Aklım o bonfilede kaldı, onu bir tatmam lazım. Bir de happy hour’a denk geldim şansıma, bir alana bir bedava…Hindistan’da yediğim en güzel yemek ile en güzel vedayı etmiş oluyorum. Yarın sabah erkenden havalimanına doğru yolcuyum ve Türkiye’ye dönüyorum. Bu güzel tecrübeyi yaşamamı sağlayan ekip arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum, sizi seviyorum! Seyyahhane’nin ikinci yolcusu, sırasını üçüncü yolcusuna devrediyor…Bundan sonraki maceralarınızı Seyyahhane sayfalarından takip etmek üzere, “gezen kalın” diyorum…

Mine