Evet, bu uzun ve uzun olduğu kadar merak uyandıran, kapsamlı, heyecanlı, yorucu ve bir o kadar da doyurucu yolun/yolculuğun küçücük bir kısmına ben de dahil oldum. “Küçücük” diyorum çünkü insan ne kadar gezerse o kadar büyüyor Dünya… Ve o kadar küçülüyor ülkeler, insanlar ve özellikle kendisi…
Bana da bu yolun Malezya’sı düştü anlatmak için:
Memleketi ortalamanın biraz üzerinde gezme fırsatı bulmuş biri olmama rağmen yurtdışı deneyimi pek olmayan biriyim. Olan kısmı da hep iş amaçlı oldu. Şanslıyım ki yaptığım iş insanları ve hayatlarını ev ortamlarına kadar gözlemlemeyi gerektiriyor. Gariptir ki şimdiye kadar yapmış olduğum tüm yolculuklar hep “Doğu”ya oldu. Uçaktayken ilk aklıma gelen şeylerden biriydi bu; “bir şekilde yol beni hep doğuya götürüyor”.
Dubai aktarmalı bir uçuşla yaklaşık 15 saat süren bir yolun ardından Kuala Lumpur’a ilk inişimi yaptım. Bu yolculukta bu şehire 9 günde 3 defa iniş yapacaktım, o yüzden bu ilkiydi diyorum. 2011’in son günüydü ve saat 14:00 civarıydı. İnternette hava durumunu bir haftadır yağmurlu vermesine rağmen sıcak ve güneşli bir gündü. Havaalanı oldukça büyük ve gelişmiş bir havaalanıydı. Birbirine küçük tramvaylarla bağlanan 3 büyük parçadan oluşuyordu. Tabelalar beni bu tramvaylardan birinin önüne getirdiğinde ne pasaport kontrolünden geçmiştim ne de bagajımı almıştım. Yanlış bir şeyler yapıyorum endişesiyle birisine danıştım ama doğru yoldaymışım. Tramvaydan inince pasaport kontrolü ve bagaj işlemlerimi yaptım. Havaalanından şehir merkezine durmadan giden bir trene 35 Ringit (yaklaşık 10 USD ediyor) vererek uçsuz bucaksız palmiye tarlalarının arasında yarım saat süren bir yolculukla merkez istasyona ulaştım. Burada ilk işim Tourism Information ofisine gidip harita almak oldu. Bir çay ve sigara eşliğinde otelin olduğu caddeyi buldum, ofise dönüp en uygun ulaşımı sordum, bana trene binebileceğimi ve nerede inmem gerektiğini anlattılar. Çok yardımcı olduklarını belirtmeliyim. Oteli de çok kolay buldum harita sayesinde. Otel tam da www.booking.com’daki fotoğrafları gibiydi ve yeri de oldukça merkezi bir konumdaydı.
Yerleştikten sonra biraz uzanmayı denedim ama nafile bir çabaydı bu; yeni bir ülkedeydim ve sokak beni çağırıyordu. Haritayı kapıp çıktım dışarı. En yakında Çin Mahallesi vardı. Bizim mahalle pazarlarının daha sıkışığı, küçücük tezgahların bulunduğu, 2 kişinin ancak yanyana geçebileceği koridorlardan (sokak diyemeyeceğim) oluşuyordu. Ağırlıklı olarak giysi, çanta, gözlük ve hediyelik eşya satılan bu pazarda aklınıza gelebilecek her markayı bulmak mümkün, tabii Çin usulü… Ana caddenin iki ucunda yiyecek tezgahları ve civar sokaklarda elektronik dükkancıkları olan küçük bir mahalle. Bu elektronik dükkanlarında 350 dolara çakma iphone 4s bulmak bile mümkün. Eminim buradaki satıcılar bile çakma Çinlidir.
Hava kararmaya başlayınca Petronas kulelerini görmek üzere Çin mahallesinden ayrıldım ve metro ile 2 durak ilerdeki KLCC’ye (Kuala Lumpur City Center) gittim. Metronun içinden çok büyük bir alışveriş merkezine çıktım. Çok büyük derken ciddiyim, sonradan gezerken anladık ki büyük alışveriş merkezleri bu şehrin karakteristik özelliklerinin başında geliyor. Çok ilgi alanım olmadığı için bulabildiğim ilk çıkıştan dışarıçıktım. Her taraf yüksek binalarla doluydu, şaşırdığımı hatırlıyorum. Sonra arkamı bir döndüm ki Petronas binasından çıkmışım. Kafamı havaya kaldırıyordum ama bina bitmiyordu. Biraz uzaklaşmadan tam olarak göremeyeceğimi anladım ve yapıdan uzaklaşmaya başladım. Çok etkilenmiştim; buraya gelirken böyle bir ülke hayal etmemiştim. Tekrar önüne geldiğimde bina boşalıyordu. Çıkanların büyük çoğunluğu aynı yöne yürüyordu, ben de peşlerine takıldım. Kalabalık arka taraftaki parka doğru gidiyordu ve o taraftan müzik sesi geliyordu. O anda bende ışık yandı: yılbaşı gecesiydi ve tabii ki Petronas Kulelerinin altında eğlence vardı. Hava 30 derece olunca jeton biraz geç düşmüştü, sonra bir jeton daha düştü: Hancı, Yancı ve 1. Yolcu’yu Hindistan’dan getirecek uçağı karşılamam gerekiyordu. Saate baktığımda 22:00 yi gösteriyordu ve uçakları 23:05’te inecekti, yani yola çıkmalıydım. Geldiğim yolu kullanarak merkez santrale; oradan da havaalanına gittim.
Tabeladaki 23:05 olan iniş önce 23:20, sonra 23:40, 23:50 ve 24:09 oldu. Böylece ben 2012’ye havaalanında beklerken; onlar da havada girmiş olduk. Uçak indi inmesine de bir türlü kapıdan çıkan olmadı. Derken telefon çaldı, arayan 1.yolcu idi. Pasaportunun kabı kopmuştu ve ülkeye sokmuyorlardı. Tam iki saat boyunca onlar o tarafta ben bu tarafta telefon trafiği ve belirsizlik ve sinir harbi geçirdik. Sonunda iki gün içinde konsolosluğa gidip pasaportu yenileme şartıyla bıraktılar. Ama kabus bitmemişti. Telefonda onlar çıktıklarını söylüyorlar, bulundukları yeri tarif ediyorlar ama orası benim olduğum yer değil. Uzun uğraşlardan sonra ve birçok kişiye sorduktan sonra anlıyoruz ki farklı havaalanlarındayız (terminaller). Yaklaşık 1 saat uğraştıktan sonra birbirimize kavuştuk ve saat 03:00 gibi otele gidebildik.
27 gün Hindistan’da kalmış bir ekip için gelinecek ideal bir durak Kuala Lumpur. Oldukça gelişmiş ve modern bir şehir. Her taraf alışveriş merkezleri, kafeler, yüksek binalar ve geniş caddelerle dolu. Dolayısıyla Pazar günü geç kalkındı ve medeniyeti yeni görmüş yerliler gibi dolaşıldı. Birkaç alışveriş merkezi ve çok büyük bir teknoloji merkezi (sanıyorum dünyanın en büyüğüymüş) gezdikten sonra Pavillon’da bir kafede uzun uzun oturduk. Burası çok lüks markaların dükkanlarının bulunduğu bir yerdi, çok anlamamakla beraber İstanbul’da böyle bir yer görmediğimi söyleyebilirim. Buranın alt katında çok güzel bir ejderha maketi vardı, sonradan öğrendik ki o gün Çin takvimine göre Dragon (Ejderha) yılına girilmiş. Ayrıca Pavillon’un önünde Berlin’de başlayıp bütün dünyayı gezen United Buddy Bears isimli her ülkeye ait ayı heykellerinin olduğu bir sergi vardı.
Medeniyet öğleden sonrasının ardından, akşama doğru arkadaşları Çin mahallesine götürdüm. Orada bir yandan etrafı gezdik, bir yandan da bana şort aradık. Biraz dolaştıktan sonra Hancı’yla Yancı yoruldu ve otele döndü. Biz 1. Yolcu ile şort bulana kadar devam ettik aramaya. Sonunda ne mi bulduk? Made in Turkey etiketli Zara marka bir şort. Alışverişten sonra biz de otele döndük ve Malezya’daki ilk akşamımızda beraberimde getirdiğim rakı, peynir, zeytin ve füme etle 1 gün gecikmeli olarak yeni yılı kutladık.
Pazartesi sabah erkenden kalkarak konsolosluğun yolunu tuttuk. Bir yere kadar metroyla gittik. Metrodan sonra iki tarafında aralıklarla konsoloslukların bulunduğu ağaçlıklı geniş bir yolda yaklaşık yarım saat yürüyerek Türkiye konsolosluğuna ulaştık. Kapıda çok sevimli Hint asıllı bir amca bizi karşıladı. Başımıza gelenleri anlattık kendisine. O da bize güleryüzle, durumumuzu anlattığımızda Mehmet beyin bize yardımcı olabileceğini söyledi. Ancak şöyle bir sorun vardı; o gün konsolosluk tatildi. Yani ertesi gün tekrar oraya gitmemiz gerekiyordu. Canımız sıkılarak otelin yolunu tuttuk, çünkü planımızda ertesi gün Langkawi’ye gitmek vardı ve biz neler olacağını bilmiyorduk. Dolayısıyla bir B planına ihtiyaç hasıl olmuştu. Hancı ve Yancı ile buluşarak planımızı yaptık ve konsolosluk görevlisinin önerdiği Batu Caves’e gittik. Burası mağaraların içine yapılmış hem Budist hem de Hindu tapınaklarının olduğu bir yerdi. Görevlinin söylediğine göre burası Şubatın ikinci haftası muhteşem oluyormuş. Anladığımız kadarıyla o zaman bir tür hacı töreni yapılıyormuş. Ben de oradaki bir din adamı tarafından dualarla kutsandım.
Batu Mağaralarından sonra Ulusal müzeyi gezdik. Burası da beklemediğim kadar iyi bir müzeydi. Malezya’yı anlamak isteyen birinin mutlaka görmesi gereken bir yer Ulusal müze. Buradan doğruca Merdeka meydanına gittik. Burası 1957 yılında Bağımsızlık Bildigesinin okunduğu meydan. Burada çimlere uzanarak biraz dinlendik.
Kaldığımız otele çok yakın olan bu meydandan yürüyerek otele döndük. Amaç biraz soluklanıp akşamında gece hayatının merkezi olan Bukit Bintang’a gitmekti. Aniden bastıran yağmur bu arayı bir saat kadar uzatınca Hancı ile Yancı dışarı çıkmaktan vazgeçti. Ama 1. ve 3. Yolcuları sokak satıcılarından yemek yemekten hiçbirşey alıkoyamazdı, koyamadı da. Çok aç olmamıza rağmen sora sora, dolana dolana o sokağı bulduk. Jalan Alor sokağı baştan aşağı sokak yemekçileri ile dolu bir sokaktı. Yürürken bile insanın iştahını açan yüzlerce ürün vardı. Biraz daha dolandıktan sonra dayanacak gücümüz kalmadı ve gözümüze kestirdiğimiz bir yere oturduk. Siparişler geldiğinde 1. Yolcunun gözü döndü ve herşeyi silip süpürdü. Üzerine de sokakta satılan egzotik meyvelerin tadına baktık, hepsi harikaydı.
Müthiş bir ziyafetin ardından kahve içecek biryer ararken kulağımıza bir müzik sesi geldi. Sesin geldiği yere gittiğimizde sokakta bir kafenin önünde canlı müzik yapıldığını gördük. Tabii ki hemen oturduk bir masaya. Yerli bir gruptan biraz Metalica, biraz Shakira, biraz da yerli parçalar dinledikten sonra otele döndük. Performansları oldukça iyiydi.
Ertesi sabah tekrardan konsolosluğa gittik. Kapıdaki güleryüzlü amca bizi içeri aldı ve yetkililere durumumuzu anlattık. Pasaportu alıp incelediler ve bize yeni pasaportun 15 günde çıkabileceğini söylediler. Bizim böyle bir zamanımız olmadığını; o gün yola çıkmamız gerektiğini belirttik. Bizi beklememiz için bir odaya davet ettiler ve ince belli bardakta çay ikram ettiler. Sadece bu ikram bile 27 günlük Hindistan üzerine 1. Yolcunun mutlu olmasına yetmişti. Biz çayımızı içerken yetkililer pasaportu dikkatlice onardı ve her ihtimale karşı bize mühürlü bir yazı verdiler. Buradan tüm Kuala Lumpur konsolosluğu personeline ilgileri, yardımları ve misafirperverlikleri için sonsuz teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Öğlene doğru konsolosluktan ayrılırken yüzlerimiz gülümsüyordu, zira programımızı değiştirmek zorunda kalmayacaktık. Hemen otele dönerek Hancı ve Yancıyı aldık, çıkışımızı yapıp otobüs terminaline gittik. Burada bizi Penang eyaletinin başkenti George Town’a götürecek otobüs biletlerimizi aldık ve eşyalarımızı emanete vererek yine sokaklara döküldük. Otobüsümüz gece 01:00’de kalkacaktı ve 23:00’e kadar zamanımız vardı.
Günümüzü bazen hep beraber, bazen ikili gruplar halinde ayrı ayrı şehir merkezini dolaşarak geçirdik. Akşama doğru buluştuk ve bir kafede oturduk. Burada herkes internetlik işlerini halletti. Akşam yemeği için bir önceki gece keşfettiğimiz sokağa doğru yola çıktık. Hancı ve Yancı’nın da orayı görmelerini istiyorduk. Sokağa geldiğimizde yine iştahlar kabardı ve yine şahane şeyler yedik. Malezya mutfağı Hint, Çin ve Thai mutfağının çok güzel karışımından oluşan bir mutfak ve insan tezgahları görünce herşeyi yemek istiyor.
Saat 23:00’e yaklaşırken otogara doğru yola çıktık. Emanetçi o saatte kapandığı için otobüsümüzün kalkmasından 2 saat kadar önce orada olmak zorunda kaldık. Keyifli bir beklemenin ardından 5,5 saatlik bir yolculukla George Town’a geldik. İndiğimizde henüz güneş doğmamıştı ve Langkawi adasına geçeceğimiz feribot 08:30’da kalkacaktı. Dükkanların açılmasını beklerken kah oturduk kah etrafı dolaştık. Fazla görememekle birlikte burasının çok küçük olmayan bir koloni kasabası olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca burada ilk defa doğuştan kısa kuyruklu Malezya kedileriyle karşılaştık.
Sabahın köründe yaşlılar yavaş yavaş sahile iniyor ve yoga gibi birşeyler yapıyorlardı. Anladığım kadarıyla müslüman nüfusun daha az olduğu bir yer. Dükkanların açılmasıyla çılgın bir kadından biletlerimizi aldık ve kahvaltı ettik. Kahvaltının ardından aynı çılgın kadının talimatlarıyla feribota bindik ve 2 saatlik bir yolculukla Langkawi adasına ulaştık.
İskeleden bir taksiye binerek en büyük plajının olduğu ve en merkezi yeri olan Cenang Beach’e vardık. Önceden bir rezervasyon yaptırmamıştık ve kalacak bir yer aramamız gerekiyordu. Ancak hava çok sıcaktı ve çantalar da o kadar ağırdı. İlk bulduğumuz yere konuşlanarak nöbetleşe yer aramaya giriştik. Yaklaşık 2 saat sonra yerleşip sahile inmiştik.
Langkawi küçük, fazla hareketli olmayan sakin bir tatil kasabası tadında bir yer. Denize girip dinlenmek için çok uygun, palmiyelerin denize uzandığı ve güneşin güzel battığı romantik bir kasaba. Burada da dolaşırken gözlerimiz sürekli yemeklerdeydi. Heryerden yemek fışkırıyordu. Deniz mahsulleri dayanılmazdı. İki gün boyunca sabah ve akşamları
sahilde bir uçtan bir uca yürüdük, denize girdik ve güzel yemekler yedik. İlk gün sahilde uzanırken arkamızda bir mekandan sürekli Bob Marley müzikleri yükseliyordu. O gün akşam adı Babylon olan bu yere gittik. Yerlerde oturulan, güzel müzikler çalınan, mum ışığıyla aydınlatılan ve arada sırada bir ladyboy’un ateşlerle küçük gösteriler yaptığı salaş diyebileceğimiz oldukça keyifli bir mekandı. İkinci akşamsa sağlam bir balık masası kurup kalan rakıyı bir güzel bitirdik. Hepimiz için güzel dinlence oldu.
Son gün öğle uçağıyla Kuala Lumpur’a uçacaktık. Sabah kahvaltısının ardından hızlı bir deniz faslından sonra toparlanıp havaalanına gittik. Küçük bir ada için oldukça modern bir havaalanıydı. Buradan 1 saatlik uçuşla Kuala Lumpur’a döndük. Bu benim bu şehre ikinci inişimdi. Burada kısa bir beklemeden sonra yüzümüzde güzel bir gülümsemeyle, bizi Tayland’ın Tatil cenneti Phuket’e götürecek uçağımıza yürüdük…
Notlar:
- Tayland’a geçişte 1. Yolcunun pasportunda sorun yaşanmadı.
-
Kuala Lumpur’a giderseniz 3-4 kişi için şehir içinde kırmızı taksiler metrodan bile
ucuza gelebiliyor. - Kuala Lumpur’da 2 adet havaalanı olduğunu unutmayın, biletlerinizi kontrol edin.
- Uçak, otobüs, metro vs kapalı yerlerde klimalar çok açık oluyor. Uzun sürecekse böyle yerlerde bulunmanız, üzerinize birşeyler alın.
- Sağlıcakla kalın
Murat