Gözyaşları ve Utanç: PHNOM PENH-Pırıl Yay

Uzakta bir ülke LAOS!-Sinan Aydın
April 10, 2012
EVEREST YOLCULUĞU!-Bünyamin Şahin
April 15, 2012
Uzakta bir ülke LAOS!-Sinan Aydın
April 10, 2012
EVEREST YOLCULUĞU!-Bünyamin Şahin
April 15, 2012

Gözyaşları ve Utanç: PHNOM PENH-Pırıl Yay

Laos sonrası Tayland’a geçip 1 günde Myanmar vizemizi aldıktan sonra, ertesi sabah yola çıkıp Kamboçya’ya geldik, ve böylelikle 3 günde 3 ülke değiştirmiş olduk. Kamboçya, Vietnam ve Tayland arasında kuzeyde de Laos’a değerek, merkezde  oturan güzel insanlar ülkesi.  Kamboçya’da aslında dünyanın 8. harikası sayılan Angkor tapınaklarının gidiş kapısı Siam Reap, Kuzeybatısındaki kolonyel  mimari ve doğa şehri  Batambang, Güney’de denize inince Kep, Kampot, Sihanoukville gibi nice gidilesi görülesi yer var. Ama onları kitaba bırakıyor ve Seyyahhane’de sizlerle Kamboçya deyince hepsinin üzerine çıkan duygular yaşatan başkent Phnom Penh’i paylaşmak istiyorum. Fakat baştan da uyarmalıyım, Kamboçya’dan, Angkor Wat, ya da deniz, güneş, tropik esintiler bekleyerek bu yazıyı tıklayan varsa, şimdi okumayı bıraksın; maalesef sizlerle ancak hissettiğim acılı hüznü paylaşabileceğim.

Phnom Penh aslında “bugün” hızla gelişen, 3 nehirin ortasına oturmuş, neredeyse bir buçuk milyonluk modern bir başkent. Asya iş dünyasında da hızla yükselen bir noktada.  Şehirde gezilebilecek, büyük kraliyet sarayı ve gümüş pagodası, ulusal müze, nehir kenarı bohem kafeleri, özgürlük meydanı,  yemek kursları, bisiklet yolları, güzel tapınakları var. Kamboçya’nın sıcağında 2-3 gün Angkor tapınaklarını gezmiş turistler için iyi bir ikinci durak olabilir nitelikte. Ama ben bu yazıda size bunlardan da bahsetmeyeceğim.

Çok değil, bizim hayatta olduğumuz 30-40 yıl öncesine giderek; bu kadar yakın bir tarihte yaşanan travmaya tanık ettiren Choeung Ek Ölüm tarlaları ve Toul Sleng müzesini anlatacağım. Pol Pot rejimi, Kızıl Kmerler, vb.  kulağınıza tanıdık gelebilir; ama  Kamboçya tarihinde daha geriye giderek hızla  1970′lere gelelim. Komşuları Vietnam ve Tayland tarihi ile yakın ilintili olan Kamboçya tarihi de, Angkor döneminde (802-1432) Kmer İmparatorluğunun en geniş sınırlarına ulaşmış, bölgenin dominant gücü olmuş. 1800′lerin sonlarında Fransız kolonisi olan Kamboçya, 1953’de bağımsızlığını elde etmiş. Sonrasında parlak dönemini geçiren ülkede Vietnam savaşı ile işler bozulmaya başlamış. 1970′lere doğru ülkenin özellikle kuzeyi, Vietkong ile Amerikan güçleri arasında sıkışmış.  Ve Nisan 1975’te kızıl kmerler gerilla savaşı ile iktidarı ele geçirmiş. Pol Pot liderliğindeki hareket, Mao’cu çizgide radikal komünist olarak geçmekle birlikte asıl hedefi tamamen çiftçi-köylü  toplumu yaratarak, ülkedeki herkesin bir nevi tarım kölesi olmasıymış. Bunun için başta yazarlar, entelektüeller, bilim adamları, akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar olmak üzere tüm meslek sahipleri yok edilmiş. Tüm şehirler 3 gün içerisinde boşaltılarak, toplanan insanlar kolektif çiftliklerde tarım işçiliğine zorlanmış. Çoğunu Çin’in aldığı pirinci yetiştirmek için (ki işçiliği kolay değilmiş) ülkedeki diğer mahsüller de tamamen yok edilmiş. Hem düzenli cinayetler, işkenceler; hem de fakirlik ve açlıktan 4 yıl içinde 3 milyondan fazla kişinin ölümüne sebep olan Kızıl Kmer yönetimi 1979’da Vietnam’ın işgali ile iktidardan düşmüş.

İşte ben de bu bilgileri okuyarak Phnom Penh’in yaklaşık 15 km dışındaki ölüm tarlalarına gittim. Burası ülke genelinde daha birçoğu bulunan toplu ölüm kamplarından  artık müzeye dönüştürülmüş bir örneği. Çok geniş yeşillikli boş bir alandan bahsediyoruz aslında. Ama müzede, şimdiye kadar gördüğüm en başarılı Audio Rehberi dinledim. Müzenin girişinde bir kulaklıkla verilen teyp kaydı rehber, şimdiye kadar hiçbir müzede görmediğim kadar gerçek, samimi ve etkileyici idi. Hiç öyle didaktik, ya da teknik bilgilere boğmamışlar direkt gerçek insanlar üzerinden 1975-79 arasında yaşananları kendi sesleri ile anlatmışlar. Ve ölüm tarlalarında, kulağınızda bu rehber, anlatan insanlarla adım adım geziyorsunuz. Mesela anlatıcılardan biri o dönemde kamyonların boşaltma noktasının nöbetçisiymiş; anlatıyor her gün nasıl yüzlerce insan, karanlık havasız kamyonlarla, yeni evlerine nakil ediklerini düşünerek buraya getiriliyor, kamyondan inince nasıl bir toplu barınağa kapatılıyorlar. Sonra sıra ile hepsi nasıl öldürülüyor… O dönemde ülkedeki her dört kişiden biri ölmüş. Bunu kendi ailenize, çevrenize uyarlayınca, daha gerçekçi gelip irkiliyorsunuz. Ve bir kişinin öldürülmesi için, okumuş olması, herhangi bir yabancı dil bilmesi, gözlük takması, ellerinin nasırsız olması gibi sebepler yeterli oluyormuş. Ve biri öldürüldüğünde yaşayan tüm akrabaları da ileride intikam almak istemesin diye ortadan kaldırılıyormuş. Ve bunların hepsi inanılmaz sistemli bir şekilde kayıt altına alınmış. Bir kasabayı basıp evraklardan isimleri okuyup götürüyorlarmış. Bir de işin öbür yüzü var ki o da trajik. Aynı şekilde ismi okunarak, daha 15-16 yaşında iken Kızıl Kmer ordusuna alınan gençlerin hikayeleri. Onlar da nasıl beyinleri yıkanarak sonrasında nasıl zorla cinayetlere ortak olduklarını, eğer denilenleri yapmazlarsa kendilerinin öldürüldüğünü anlatıyorlardı.

Özellikle 77’den sonra bu kampa getirilen sayısı o kadar artmış ki öldürmeye yetişemedikleri için, kazılan çukurlara bayıltarak atıp üzerlerine zehir dökerek topluca gömmeye başlamışlar. Yine kurşun kıymetli olduğu için öldürürken tabanca, tüfek kullanılmıyormuş, sivri cisimlerle kafalara vurularak, ezilerek vb. katliamlar yapılmış. Tüm bunlar yapılırken, sürekli çalınan devrim marşları ile hoparlörlerden sürekli yayın yapılıyormuş.  Halen yağmurlu havalarda topraktan kemikler yüzeye çıkabiliyormuş bu bölgelerde. Kadınlar ve çocukları için de özel toplu mezarlar yapılmış. Özellikle bir tane ölüm ağacı yanındaki mezardan çok fazla çocuk bebek cesedi çıkmış. Onu da audio rehberde 1979’da kamp kapatıldıktan sonra bölgede yiyecek aramaya geldiğinde keşfeden yaşlı amcanın sesinden dinledim. Amca patates ararken ağacın gövdesinde farklı birşeyler keşfediyor, ve anlıyor ki bunlar kan, kafatası, kemik, et, beyin parçaları! Meğer bu ağaç gövdesi geniş olduğu için en kolay çocuk öldürme silahı olarak kullanılıyormuş. Bebek / ufak çocuklar boyunlarından kaldırılıp kafaları ağaca ya da ağaca saplı sivri şeylere vurularak parçalanıp hemen yanındaki çukura atılarak, ölmemiş bile olsa hepsinin üzerine zehri dökülüp gömülüyorlarmış. Ve tüm bunlar yapılırken yine hoparlörlerden yüksek sesli devrim marşları çalıyor, devrim öğretileri okunuyormuş. Hem de, marşlar sayesinde  cinayetlerin çığlıkları bastırılıyormuş.

Nazileri, Bosna’yı, Irak’ı, Somali’yi düşününce, toplu soykırım tarihte hep vardı, hala da var diyebilirsiniz. Ama Kamboçya’da fark, ülkenin kendi içinde, hiçbir ırk, dil, din, mezhep ayrımı olmaksızın sadece düşünsel olarak Devrim Düşmanı yaftası ile insanların ayıklanıp öldürülmesi. Bir ülkenin kendi içinde, kendi insanına böyle bir soykırımı herhalde tarihte nadirdir.

 

Müzenin girişinde inşa edilen anıt kulede, sadece o kadarı sığdığı için, toplu mezarlardan çıkarılan 10000 kadar kafatası şeffaf cam bir kule içinde sergileniyordu. Dediğim gibi sadece kitaplardan okumuş, ve gidip o tarlaları gezip, kafataslarını görmüş olsa insan belki o kadar etkilenmez. Ama o audio rehberde tamamı gerçek insanların anlattıkları gerçek hikayeleri, türünü insana çok fena sorgulatıyor. İnsan dışında hiçbir canlının yapamayacağı şeyleri nasıl yapıyoruz. Utanıyorum.

İşin daha da utanç verici olanı, benim zaten hiçbir inancım olmayan, Birleşmiş Milletlerde 1990’lı yıllara kadar Kızıl Kmer Pol Pot rejiminin ayrı temsilcisi varmış. Kamboçya’da 79’da iktidardan düşmelerine rağmen, Pol Pot Tayland sınırındaki dağlık bölgelerde 1998’de normal sebeplerden ölen kadar, mutlu mesut varlığını sürdürmüş. İngiltere, Amerika, Fransa gibi tüm “büyük” ve “medeni” ülkelerin de muhatabı olmaya devam etmiş. Utanıyorum.

Ölüm tarlalarının darbesini üzerimizden atmadan şehre dönüp, Tuol Sleng müzesine gidiyoruz.  Burası da, “devrim düşmanları” ölüm tarlalarına götürülmeden önce gözaltı ve sorgulamaların yapıldığı hapishaneymiş o yıllarda. Aslında çok güzel bir lise olan büyük binalar kompleksi, 1975 Nisan’ında Pol Pot tarafından S-21 adı altında sorgu ve gözaltı binasına dönüştürülmüş. Birçok kişi zaten burada sorguda can verdiği için ölüm kamplarına gitmelerine gerek kalmıyormuş. Bu hapishanedeki hücreler, işkence odaları ve aletleri, havuzları, çekilen fotoğraflar, öldürülenlerin hikayeleri, vb. yine yazmakla anlatılacak gibi değil.

 

Burada da, tek tek her sanık ‘Devrim Düşmanı’nın fotoğrafı çekilip belgelenmiş. İnanın çoğu 15-20 yaşlarında çocuklar. Ve o yıllara kadar ülkenin yetiştirdiği önemli gazeteciler, profesörler, avukatlar, doktorlar, sanatçılar, edebiyatçılar, vb. Ülkenin önce tüm beyin damarlarını keserek başlamışlar devrimlerine! Demek ki bazı yöntemler 35 yıl geçse de, ülkeler farklı olsa da değişmiyor. Utanıyorum.

Tüm inançlar, düşünceler, idealler bir yana; sadece insan olarak Phnom Penh’e sarılmak istedim. Sanki hiç kapanmayacak, iyileşmeyecek yaralarını okşamak, gözyaşlarına ortak olmak. En korkuncusu ise; Ne uğruna olursa olsun, bunu yapanlar da insandı. Dünyadaki pek çok vahşi katliamı yapanlar da. Ya da daha kılıfına uydurarak, içten içe yavaş yavaş yapılan katliamları yapanlar da, şu anda ülkemdekileri yapanlar da.  Utanıyorum.