Dağların arasında gizli kalmış bir masal diyarı; Bhutan Kralığı-Sinan Aydın
May 9, 2012Gözlerimin içinde, Nepal’den Renkler Sakladım…-Mukaddes Şenkal
November 8, 2012Gizemler Diyarı MYANMAR (BURMA)-Pırıl Yay
Güneydoğu Asya’nın en merak ettiğim ülkesi Vietnam’a vize problemlerinden gidemeyince, aslında yine çok görmek isteyip de Nepal öncesine günümüz kalmadığı için vazgeçtiğimiz Myanmar’a yol açılmıştı. Favori havayolumuz Air Asia’dan da 200 dolara Bangkok’dan gidiş geliş Yangon biletleri bulunca, ver elini Myanmar dedik. 8 günümüz ve aslında kapalı kutu kalmış bu ülkede aylarca gezilebilecek yer vardı. Tayland’da ‘deniz – güneş’e doyduğumuz için sahil şehirlerinden vazgeçerek, daha kültürel bir rota belirledik, ve 1 hafta önce gizemli Burma’ya Min gala ba* dedik!
*Min gala ba: Burma dilinde Merhaba demek. Tonlaması ile de söylenince kulağa direkt Merr-ha-baa gibi geliyor
Mottama körfezindeki (eski) başkent Yangon’dan kuzeye çıkıp dönerek yine Yangon’da noktalayacağımız ring bir programımız vardı, bunun için de yine bir kampanya ile yerel havayolu Air Mandalay’ın 225 dolara kombine 4 uçuşlu biletini aldık: Yangon – Inle Lake – Mandalay – Bagan – Yangon.
İlk durağımız ve eski başkent Yangon, 5 milyonluk nüfusu ve birçok semte yayılmış yapıları ile, beklediğimizden çok daha büyük çıkarak bizi biraz şaşırtıyor. Burası 2005 yılına kadar, ta ki yönetimdeki askeri cunta bir Astrolog tarafından önerilerek, daha uğurlu diye Nay Pyi Taw’a başkenti taşıyana kadar, ülkenin başkenti imiş. Artık resmi olarak öyle olmasa da, birçok kişi tarafından başkent muamelesi görüyor ve halen ülkenin ekonomik merkezi ve en büyük şehri.
Askeri Cunta demişken, kısaca Myanmar’ın geçmişinden ve güncel halinden bahsedeyim. Bangladeş, Hindistan, Çin, Laos ve Tayland’la komşu bu büyük ülke, 1800’lerde İngiliz kolonisi olana kadar farklı krallıklar ve kültürlere ev sahipliği yapmış, Budizm’in başlıca topraklarından. İngiliz sömürgesi olduğu dönemde ülkede altyapı gelişip, demiryolları kurulurken, bir yandan da toplu Hintli ve Çinli göçü almış. 2. Dünya savaşında Japon’larla işbirliği yapan Burma milliyetçileri, onlardan İngilizlerden daha sert muamele görünce, tekrar İngilizler’e dönüp, müttefiklerle birlikte savaşmışlar. Sonunda 1947’de milliyetçi hareket lideri Aung San, büyük bir çoğunlukla ilk seçimleri kazanmış, ama hükümete geçemeden tüm kabinesi ile birlikte suikasta kurban gitmiş ve 1948’de ilan edilen bağımsızlığı görememiş. 1962’de General Ne Win’in darbesi ile Burma Sosyalizm’i başlamış, dükkanlara kadar ülkedeki her şey kamulaştırılıp, ülke dışarıya bir nevi kapatılmış. 1988’de çıkan isyanlarda 3000’den fazla insan ölürken, Diktatör de görevden çekilmiş. 89’da yapılan seçimlerde Aung San’ın kızı Suu kyi Aung San liderliğindeki muhalefet partisi %85 oy almasına rağmen, darbeciler tarafından tutuklanıp göreve getirilmemiş. Bu arada ülkenin adı da Burma’dan Myanmar’a değiştirilmiş. 1991’de Nobel barış ödülü alan Aung San, yıllardır aralıklarla tutuklanıp, bırakılıp, ev hapsinde tutulmuş, en son 2011’de serbest bırakılmış. 2011’de darbe yönetimi de geçerek, ülke ‘demokratikleşmiş’. Myanmar’da 2012’de yine seçimler olacak, ve Aung San yine muhalefette seçimlere hazırlanıyor. Bakalım, nasıl sonuçlanacak?
Neredeyse 50 yıldır süren bu kapalı darbe yönetiminde, ülke çok geri kalmış. Hindistan’dan sonra Asya’da ilk defa bu kadar fakirlik gördüm. Ve buradaki daha farklı bir fakirlik. Hindistan aslında geri kalmış bir ülke değil, orada fakir olanlar, sanki tevekkül ile, belki Hinduizm’in öğretileri de biraz da o hayatlarını seçiyor / kabulleniyorlar gibi gelmişti bana. Aynı zamanda ülkede inanılmaz zengin bir kesim, ya da başka ülkelerde olmayan teknolojiler, vb. de mevcuttu. Myanmar’daki ise böyle bir fakirlik değil, genel olarak “daha ötesi olmaması”, herkesin aynı derecede yoksun olması hali idi. Tabii, fakirlik, geri kalmışlıkla birlikte bu açılmamışlık hali ülkeye, bir gezgin için paha biçilmez olan hamlık, saflık, sahicilik, işlenmemişlik, iyilik de katıyor. Dolayısı ile Myanmar’da geçen bir haftamızda, Hindistan’da hissettiğim kimi duygulara dönmüş gibi oldum.
Yangon’a dönersem, büyük olmakla birlikte bana biraz renksiz, enerjisi eksik geldi bu şehrin. Yine de 1 günlük turumuzda, birçok görülesi yeri gezdik: 2500 yıllık Shewedagon Paya, gerçekten ülkenin bence etkileyici tapınağı idi. Aslında tapınak demek haksızlık, 98 metrelik Altın kubbeli tapınağı çevreleyen diğer 82 tapınağı ile bir nevi Budist hac yeri burası.
Şehrin Merkezindeki daha narin Sule Paya, Karaweik gölündeki kraliyet gemisi, Yatan Budası ile Chauktatgyi Paya, Çin mahallesi, ve manifaturacılar çarşısı tadındaki Bogyoke Aung San Pazarı ile Yangon, kendince renklenmeye çalışsa da, diğer şehirlere göre biraz daha tipik donuk başkent olarak yer etti bende.
İkinci durağımız, uçakla Heho’ya indikten sonra yaklaşık yarım saatlik bir araba yolculuğu ile vardığımız İnle Gölü. Sinan’ın Myanmar’a başlıca gelme sebebi de diyebiliriz. Çünkü Shan eyaletinde yüksek dağlar arasında kalmış bu göl, pek el değmemiş doğası, yüzen köyleri ve bahçeli tapınakları, suda yetişen domates tarlaları, ve ayakla çekilen sandallarda özel sepetlerle avlanan balıkçıları ile tam bir fotoğrafçı cenneti.
Birçok gezgin gibi biz de, gölün kuzey kıyısındaki Nyaungshwe kasabasında kalıp, 2 gün boyu tekne ile gölde turladık. Bu gölde, ve yüzen köylerde yaşayan halkın turizm ve balıkçılık dışında diğer gelir kaynakları da gümüş işlemeciliği ve geleneksel dokumacılık. Haliyle tekne turunda, aralarda hep hediyelik eşya satan yüzen pazarlarda da duraklanılıyor. Tayland Chiang Mai’de gördüğümüz uzun boyunlu (metal halka takan) kabilelerden burada yaşayanlar vardı ve onlar da turist teknelerinin duraklarında, yine bir nevi gösterime çıkarılmışlardı!
Zıplayan kedileri ile ünlü manastır Nga Phe Kyaung fazlasıyla turistik atlanabilir bir durak iken, teknelerin yolu uzak diye pek gitmek istemedikleri Inthein, biraz tepe tırmanışı ile çok daha etkileyici tapınaklar sundu, ve de minik keşiş öğrenciler:)
Yine de en keyiflisi, gün batımında çektiğimiz fotoğraflardı. Bir ayakları ile kürekleri çekerken, diğeri ile tekneyi yön verip, ellerindeki ağlarla da avlanan balıkçılar!
İki gün kaldığımız Inle gölünden sonra aynı ring seferli uçağımızla İngiliz koloni dönemi öncesi eski başkent Mandalay’a vardık. Meşhur şair Kipling’in dizelerine de ilham olan şehir, bana Yangon’dan çok daha sıcak geldi. Aslında daha kaotik, canlı ve hareketli olunca; Yangon ile Ankara-İstanbul benzetmesi kurdurdu. Mandalay’daki günümüze Şehrin kuzeydoğusundaki tepeye çıkarak başladık. Yukarıdan sisler altında yüzlerce pagodanın kulesi ile manzara harika. Tepenin altında meşhur çift aslan heykeli ile fotoğraflarımızı çektirip, nehir kenarına iniyoruz.
Şehrin onlarca, yüzlerce tapınağı içerisinde en olmazsa olmazı söylenene göre Buda’nın yaşadığı zamandan kalma, sonrasında üzerine altın yapraklar sürülerek parlamış Mahamuni tapınağı. Burada devasa altın buda heykeli her gün sabaha karşı keşişler tarafından yıkanıp kutsanıyor. Maalesef, tam yakınına sadece erkekler alındığı için bu Buda’nın fotoğrafını ancak uzaktan çekebildim. Sonraki durak, Kuthadow Pagoda ise dünyanın en büyük kitabı olarak biliniyor. 1000lerce dev taş yazıttan oluşan bir tapınak bahçesi düşünün, ve tabi ortada buda’lı pagodası ile. Onun yakınında 1000 mermer kubbeli Sandamuni Pagoda da hoş kareler sundu. Bunlara göre belki daha gösterişsiz ama bizce daha güzel olan ise tamamen ahşaptan yapılmış Shwe Nandaw tapınağı idi. Şehirdeki kraliyet sarayına gitmiyoruz, çünkü orijinal saray tamamen yıkılmış, yerine yapılanın inşasında ise korkunç koşullarda çalıştırılan binlerce insan hayatını kaybetmişti. Nehir üzerindeki sarayın dış surları orijinal olduğundan, onlara bakmayı tercih ediyoruz. Ve de şehir merkezindeki Pazar yerini geziyoruz.
Manadalay’dan ayrılmadan önce son durağımız ise, şehrin 11 km. kadar dışında olan ‘ölümsüzler şehri’ Amarapura. Burayı meşhur eden, Mandalay gibi bir zamanlar Burma’ya başkentlik etmiş olmasının yanı sıra, aynı zamanda dünyanın en uzun ahşap köprüsüne de sahip olması. Gölün karşı kıyısındaki manastırda yaşayan 1000 kadar keşişten bazıları, bu U-bein köprüsü üzerinde yürüyor, ve tam fotoğraflık kareler sunuyorlardı. Biz de yaklaşık 35 derecelik güneşin altında, uçuşumuzdan önceki son saatlerimizi Amarapura’da geçirdik.
Böylelikle, tekrar dolmuş usulü kalkan uçağımıza binerek, Myanmar’da göreceğimiz son şehir olan Bagan’a uçtuk. Burası adeta tapınaklardan yapılmış bir açık hava müzesi. Kamboçya’daki Angkor’dan sonra Güneydoğu Asya’nın en büyük arkeolojik şehri. Arkeolojik bölgeye yakın, ve daha sırt çantalılara göre otel seçenekleri sunan Nyaung Ou kasabasında konaklamayı tercih ediyoruz. Bölgeye kuş bakışı bakınca Bagan o kadar enteresan ki, sanki kilometrelerce genişliğinde bir alanın üzerinde gökten dev bir süzgeç sallandırılmış ve aşağıda karaya 100lerce tapınak düşmüş. Taksi ile bunaltıcı bir sıcakta tam gün dolaşarak, ancak başlıca önemli tapınakları gezebiliyorsunuz. Her birine uğramak için haftalar bile yetmez, zaten çoğu da ziyarete açık değil. Her bir kral, bir öncekinden daha da farklı, görkemli bir tapınak yaptırmaya çalışmış, ve yüzyıllar sonunda ortaya mayın tarlası gibi pagoda ile kaplanmış Bagan çıkmış. Gezdiğimiz başlıca tapınaklar: Shewezigon, Gubyauki, Ananda, Dhamayangi, Manuha, Nagaon, Sulamani, ve günbatımı için ideal Pyathat Ghyi. Bir tapınakta yanımıza yanaşan satıcı kız, tüm ülkede hem güneşten korumak hem de estetik ve makyaj olarak kullanılan beyaz-krem rengi yoğun pudradan bana da sürmek istiyor. Onun yerine saçlarımızda bir örnek çiçeklerimizle fotoğraf çektirmeye razı ediyorum.
Güneydoğu Asya’nın renkli, hareketli, neşeli temposundan sonra, Myanmar’da 8 gün, biraz zaman makinesine binmek gibi geldi. Daha dokunulmamış, metalaşmamış, yabani ve doğal bir ülke; onlarca yıl bastırıldıktan sonra yeni yeni konuşmaya başlayan insanlar, ve gittiğimiz her şehirde başka bir yüzünü gösteren derin bir kültür.
Bir daha yolum buradan geçer mi bilmiyorum, ama sanki geçse bile, bu saflıkta bulamayabilirim ülkeyi diye, Myanmar’daki her bir günümüzü özenle içime kaydediyorum…