Tanzanya Gezi Notları-Canan Furgaç
January 31, 2013Bogota, Yeşil Metropol- Pırıl Yay
May 21, 2013GEÇ KALDIM SANA SEVGİLİ KÜBA-Sevgin Roney
Biliyorum, herkes çok zaman önce yazdı Küba’yı. Önce kendini sosyalist ya da sosyal demokrat ilân edenlerKüba’ya koştu, ardından yurdumun paralı ve de meraklı insanları. İtiraf etmemde bir sakınca yok, “Fidel Castro ölmeden önce Küba’da 1 Mayısı yaşamak gerek” diyenlerden biriydim ve de Fidel yaşarken ülkesinde dolaştım. Şimdi size -özlenen bir sevgiliye geç kavuşmanın heyecanı ve gece gündüz her yerde duyduğumuz baştan çıkarıcı müziğin kışkırtmasıyla içtiğim mojitolarla yüklü olan kafam nedeniyle- bir rüyada gibi dolaştığım Küba’yı, bir de ben anlatmak istiyorum. Üstelik yazmakta bile geç kalarak!
İlk durağımız elbette Küba’nın başkenti Havana. Hani sokaklarında Detroit’in altın çağında ithal edilen ve şimdilerde tamir edilmekten canı çıkmış, maviden pembeye her renge boyanmış kocaman Amerikan arabalarının dolaştığı o efsanevi şehir. Bir liman kenti olarak adı günümüze dek fuhuş, kumar ve kaçakçılıkla anılmış. Sanki dünyanın geri kalan kentleri ve insanları sütten çıkan ak kaşıklarmış gibi! Havana’da aklımı başımdan alan, şehrin Habana Vieja denilen tarihi bölgesindeki, sömürgeci İspanyollardan kalan binaların görkemli yalnızlığıydı. UNESCO’nun koruma altına aldığı bu bölgedeki restorasyon çalışmalarına rağmen, çoğu terk edilmiş binalar, içinde onlara nefes verecek insanlar kalmadığı için kederli bir gururla yavaş yavaş ölüyordu.
Havana hakkındaki turistik rehberlerde Plaza de la Catedral, yani Katedral Meydanı’nın tarihi bölgenin kalbi olduğu yazar. 18. yüzyılın sonlarında yapılan bu katedral, Barok tarzı ön cephesindeki birbirine benzemeyen çan kuleleri ile ilginç bir görüntü arz ediyor. Geceleri ışıklandırılan katedralin karşısında -ve elbette müzik eşliğinde- akşam yemeği yemek çok keyifliydi. Ama bir edebiyat sevdalısı olarak benim asıl görmek istediğim yerler, Graham Green’in Havana’daki Adamımız’da adı geçen Hotel Sevilla ve Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u yazarken kaldığı Hotel Ambos Mundos idi. Hemingway’in odasını, daktilosu başta olmak üzere, kişisel eşyalarının ve fotoğraflarının sergilendiği bir müzeye çevirmişler. Hemingway ve arkadaşlarının paylaştığı bir yemek masası fotoğrafındaki genç Ava Gardner’a bayıldım.
Hemingway’in izini sürerken elbette yolumuz El Floridita’dan da geçti. Küba’da anıldığı adıyla papa, yeşil limon suyu, şeker ve içine buz kırılmış romdan oluşan daiquirísini bu barda içermiş. Gerçi yazılı kaynaklar onun daiquirísini şekersiz sevdiğini belirtiyor, bilemem. Bildiğim, barın tezgâhına yaslanmış bronz heykeli ile ahbaplık ederek bir kadeh içmek hâlâ mümkün! Papa’nın sadece La Bodeguita del Medio’da içtiği söylenen ve yeşil limon suyu, şeker, rom, soda ve taze nane ile hazırlanan mojito benim gezi boyunca favorimdi. Büyük evlerde yaşamaya alışkın bir Amerikalı olarak, Küba’daki uzun süreli kalışlarında otel odasında yaşamaktan sıkılmış olsa gerek ki, Hemingway bir süre sonra Havana’nın 11 km. güneydoğusundaki San Francisco de Paula’da bugün müze olarak kullanılan bir ev satın almış. Evin duvarları Hemingway’in meşhur avcılık merakını yansıtan içi doldurulmuş vahşi hayvan başlarıyla süslenmişti. Bu nedenle, bahçede sergilenen Pilar adlı teknesiyle, Ava Gardner’ın çıplak yüzdüğü söylenen havuz arasında yer alan dört kedisinin mezar taşlarını görünce şaşırmadan edemedim. Hemingway zamanında Pilar’ı Havana’nın 10 km. doğusundaki Cojímar’da bağlarmış. Küçük bir limana bakan, yine küçük bir kalenin yanında elbette bir Hemigway büstü vardı. Yazarın sık sık gittiği ve bizim de öğle yemeği yediğimiz La Terraza lokantası, başta Amerikalılar olmak üzere, turistler tarafından işgal edilmişti!
Havana’daki en büyük heyecan 1 Mayıs sabahı katıldığımız kutlama töreni idi. İnsanlar törene katılmak için, kelimenin tam anlamıyla sabahın köründe kalkıp Plaza de la Revolución, yani Devrim Meydanı’nda bitecek yürüyüşe katılmak için konuşlanmışlar. Biz de erkenden kalkıp otobüsle kalabalığın beklediği noktaya geldik. Eskiden Fidel’in uzun nutuklar attığı bu meydanda, 1868-1878 yılları arasında İspanyollara karşı yapılan On Yıl Savaşı’ndan sonra, 1895’te gerçekleştirilen ikinci başkaldırının lideri Jose Martí ’nin kule gibi uzun bir dikilitaşın önüne konmuş dev bir heykeli var. Bu anıtın giriş katı ise Jose Martí ’nin hayatı ve Küba devrimi ile ilgili dokümanların bulunduğu bir müze. Meydanda Batista döneminde yapılmış çeşitli bakanlıkların yüksek ve zevksiz binaları da mevcut. İçişleri Bakanlığı’nın duvarında Che Guevara’nın metal bir silueti bulunuyor. Altında da Che’nin ünlü Hasta la victoria, Siempre sözü yazılı. Türkçesiyle “Zafere kadar, daima.” Bu siluet aslında hepimizin gayet iyi bildiği ve artık ticari bir ürün olmuş bir Che portresi. 1960 yılında, yani Che 31 yaşındayken bir cenaze töreninde çekilmiş ve ilk kez 7 yıl sonra gün ışığına çıkmış olan bu fotoğrafa, daha sonra ülkenin hemen hemen her tarafındaki duvar ve panolarda rastladım. 1 Mayıs töreni ise, bizim ülkemizde alıştığımızdan çok farklı olarak, tam bir şenlikti. “Hasta la victoria, siempre”, “venceremos” (kazanacağız), “patria o muerte” (vatan ya da ölüm) sloganları ile şarkı söyleyip, dans ederek ilerleyen bir güruh.
700 km2 den daha geniş bir alana yayılmış olan Havana’yı rahat rahat gezebilmek için sanırım bir hafta gerekir. 1 Mayıs kutlamasından sonra yürüyerek otele dönerken geçtiğim Prado veya resmi adıyla Paseo de Martí bulvarı üzerindeki solmuş cepheleri, süslü sütunlarıyla, görkemli ama yalnız binaların dışında, Havana’daki iki günden aklımda kalanlar şöyle: şehrin en eski meydanlarından biri olan ve ortasında On Yıl Savaşı’nın lideri Céspedes’in heykelinin bulunduğu Plaza de Armas, eskiden zengin tüccarlara ev sahipliği yapan ve orta yerinde neo-klasik bir mermer havuzun yer aldığı Plaza Vieja, Washington DC’deki ABD Kongre Binasının taklidi bir bina olan ve şimdilerde müze olarak kullanılan Capitolio. Ayrıca, başkentin ticaret limanında bulunan ve kısaca El Morro ile La Cabaňa olarak adlandırılan kalelerinden de söz edebilirim. Bu kalelere Canal de Entrada’nın altından geçen bir tünelle gidiliyor. Biz La Cabana’ya bir gece gittik. Gece gitmemizin nedeni her akşam saat 9’da yapılan top atışı törenini izlemekti. Bir zamanlar şehrin giriş kapılarının kapandığını haber veren top atışı, günümüzde turistik bir oyuna dönüşmüş. Unutmadan ekleyeyim, 1996’da Fidel’in isteğiyle dikilen Atatürk büstüne de gittik. Galiba bizimkiler de bu jeste Ankara’da bir Jose Martí heykeli veya büstü ile karşılık vermişler!
Ülkenin sosyalist şairi Nicolás Guillén’in “uzun yeşil bir timsah”a benzettiği adanın başında yer alan Havana’dan kuyruğuna dolu yola devam etmeden önce, Küba’nın en batıdaki bölgesi olan Pinar del Ríoilinde bir gün geçirdik. İddiaya göre dünyanın en kaliteli puro tütününün yetiştiği bu bölgede önce Pínar del Río şehrinde el yapımı puro üreten küçük bir fabrikayı gezdik. Bölgenin her tarafında geleneksel yöntemlerle puro yapılan minik minik tütün çiftlikleri vardı ve hepsi evlerinin bir odasında ucuz puro satıyorlardı. Pinar del Rio’nun 27 km. kuzeyindeki Sonra Viñales Vadisi’nde öğle yemeği yedik. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesindeki vadide bulunan kireçtaşı kayalıkları çok ilginçti. Rehberimiz bunların aslında en az 150 milyon yıl önce deniz altında oluşup çökmüş mağaralar olduğunu söyleyince, vadinin bana neden Kuzey Vietnam’daki Halong Körfezi’ni hatırlattığını anladım. Aynı manzara ama deniz yok! Vadideki turistik cazibe merkezlerinden biri de devasa bir kireçtaşı üzerine yapılmış olan ve insanın evrimini anlatan resimlerdi.Mural de la Prehistoria, yani “Tarihöncesi Duvar Resmi” diye adlandırılmasına rağmen, aslında Castro’nun izniyle bir grup sanatçı iplerle kayalardan sallandırılmış ve de bu sanat eserini (!) oluşturmuşlar. Kıtanın işgali sırasında bölgedeki yerliler tarafından saklanma yeri olarak kullanılan Cueva del Indigo, Türkçesiyle “yerli mağarası” ve içindeki yeraltı nehri ise bence dünyanın pek çok yerinde rastlanabilecek türden bir oluşumdu. Yavaş yavaş kapılarını turizme açan Küba’nın sunduğu bir başka turistik ürün!
Timsahın kuyruğuna doğru ilerlerken ilk durağımız Karayiplerin en büyük sulak alanı olan ve dolayısıyla timsahlara ve çok sayıda kuş türüne ev sahipliği yapan Zapata Yarımadası oldu. Gittiğimiz bir timsah çiftliğinde, albümlerimde onlarca fotoğrafı olan bebek timsahlara bakmak yerine piña colada içerek serinlemeyi tercih ettim! Laguna del Tesoro, yani “Hazine Lagünü”nde hızlı teknelerle gittiğimiz köy de bence oldukça yapay bir turistik yerdi. Söylenceye göre yerli halk ellerindeki hazineyi İspanyol işgalcilere vermektense suya dökmeyi yeğlemiş. Ellerine sağlık! Ama bana asıl “helal olsun” dedirten, 17 Nisan 1961’de ABD tarafından yönetilen ve işgalcilerin başarısızlığı ile sonuçlanan meşhur Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın yapıldığı Playa Girón’da bulunan aynı adlı küçük müzeyi gezerken hissettiklerimdi.
Orta Küba’da gecelediğimiz ilk yer Cienfuegos idi. Bir liman şehri olan Cienfuegos’u fazla görmek şansımız olmadı ama, turistlerin ilgi odağı olan Parque José Martí meydanının etrafındaki pastel renkli neo-klasik binalarıyla hoş bir şehirdi. Meydanda en ilginç bina Tomás Terry Tiyatrosu idi. Venezüellalı bir şekerkamışı plantasyonun sahibinin adını taşıyan bu tiyatro, tavanındaki fresk, yarım ay şeklindeki kat kat ahşap oturma yerleri ve muhteşem süslemeleri ile tarihin tozlu sayfalarından fırlamış ama hâlâ aktif olan bir mekân olarak saygıyı hak ediyordu.
Cienfuegos’taki hızlı turumuzun ardından Santa Clara’ya doğru yola devam ettik. Söylemeye bile gerek yok. Santa Clara, Che Guevara’nın anıtmezarının bulunduğu yer olarak, Küba’ya gelen herkesin görmek istediği bir şehir. Bolivya dağlarında öldürüldükten 30 yıl sonra 1997’de kemikleri buraya defnedilmiş. Bu şehrin tercih edilmesinin nedeni sanırım 28 Aralık 1958’de başlayan ve 1 Ocak 1959’da Batista’nın ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan devrimci mücadelenin son savaş alanı olması. Havana’dan Santiago’ya doğru giden silah yüklü zırhlı bir tren Che ve arkadaşları tarafından 30 Aralık 1958’de burada ele geçirilmiş. Bu vagonların birkaç tanesinden bir müze yapmışlar. Biz de her turist gibi Plaza de la Revolución Ernesto Guevara’daki askeri üniforması içindeki Che’nin heykelini ve 1965’te Küba’dan ayrılmadan önce Fidel’e yazdığı mektubun yer aldığı kitabeyi fotoğrafladık. Che ve yoldaşlarının yattığı anıtmezara girmek için sıra beklerken, Hugo Chavez’in başkanı olduğu Venezüella’dan gelmiş kırmızı T-shirt’ lü kalabalık bir grup, anıtın yanında, sol yumruklar havada ve sloganlar atarak küçük bir merasim gerçekleştiriyorlardı. Aynı gruba, güzel bir tesadüf eseri, öğle yemeğini yediğimiz yerde de rastladık. Gruptan İngilizce bilen bir delikanlıyla konuşurken, Che’nin oğlu Ernesto’nun da kendilerine bu gezi sırasında eşlik ettiğini söyleyerek, çaktırmadan bana adamı gösterdi. Anında yanına gidip birlikte fotoğraf çektirmemizin mümkün olup olmadığını sordum. Elbette benden sonra gruptaki herkes kuyruğa girdi. Ernesto, hiçbirimizin fotoğraf çektirme isteğini geri çevirmedi ama fotoğraflardaki ifade aynen “nerden çıktı bunlar ya” şeklindeydi!
Orta Küba’da gecelediğimiz ikinci nokta Trinidad’a 12 kilometre uzaklıktaki Playa Ancon oldu. Odalara yerleşir yerleşmez Antil Denizine koştuk, ama bence fazla tuzlu bir su ve sivrisinekli bir sahildi. Ertesi sabah gittiğimiz Trinidad ise ise tek kelimeyle harika. Bir zamanlar kaçakçılık, köle ve şeker ticareti sayesinde zengin olmuş bu minik şehir, İspanyol sömürge mimarisinin bir başka güzel örneği olarak elbette hemen UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine alınmış. Trinidad’ın arnavutkaldırımlı sokaklarında dolaşırken, bir Arnavutköy sakini olarak “ ah, İstanbul!” demeden edemedim. Neden, niye ve giderek daha çok, kıymet bilmez bir toplum olduk? Museo Romántico diye gezdiğimiz yer aslında tamamen sömürgecilerin kültürünü yansıtan bir müzeydi. Tam içim daralırken, Canchanchara adlı bir lokantaya kapağı attık. Günün ortasında bile değildik, ama Küba’da içmek ve dans etmek için saate bakmaya gerek yok. Bu kez içine bal eklenmiş buz gibi romlarımızı bize Canchanchara diye ikram ettiler. Şerefe!
Trinidad’ın 19. yüzyıldaki refahı yakınlarındaki Valle de los Ingenious’da bulunan şeker fabrikalarından kaynaklanıyormuş. Orta Küba 1970’lerde şekerkamışı üretiminde önemli bir yere sahipken, 1990’larda SSCB çökerken iki ülke arasındaki petrol karşılığındaki şekerkamışı anlaşması da bitmiş. Bizi vadideki büyük bir şekerkamışı plantasyonuna götürdüler. Manaca-Izgana denilen çiftlikteki –bize verilen bilgiye göre- 45,50 metrelik kuleye tırmandık. Eskiden bu kulenin tepesinden tarlada çalışan köleler gözetlenirmiş. Kaç kişi kaçmaya çalıştı ve kaçı öldürüldü acaba? Biz modern (post-modern?) zaman turistlerini ilgilendiren bu türden sorular olmadığı için, mojitolarımızı içip yola devam etttik!
Küba’nın üçüncü büyük şehri ve bizim Orta Küba’daki bir başka durağımız olan Camagüey az yağış alan bir bölgeymiş. Bize eski zamanlarda yağmur suyu biriktirmek için kullandıkları büyük testileri gösterdiler. Etrafta biraz dolaştık. Benim Camagüey’den aklımda ve gönlümde kalan, bir meydanda tesadüfen rastladığımız kızlı-erkekli bir grup ortaokul öğrencisi oldu. Sanırım açık havada müzik dersi yapıyorlardı. Elbette dans ederekten. Hangi birine bakayım, hangisine hayran olayım bilemedim. Kocaman gözleri ve kara derisine inat bembeyaz dişleri ile darbuka benzeri bir alet çalan Carlos mu, yoksa adını öğrenmeye fırsat bulamadığım ama kıvrak dansına hayran olduğum gözlüklü minik kıza mı?
Küba istiklal marşını yazan Perucho Fiugeredo’nun doğum yeri olan Bayamo üzerinden adanın doğusuna, yani Oriente’ye vardık. Bağımsızlık savaşları 1860’larda ilk önce bu bölgede başlamış. Daha sonra Castro ve yoldaşları Sierra Maestra dağlarında mevzilenmiş. “Kahraman Şehir” olarak bilinen ve ülkenin ikinci büyük şehri olan Santiago de Cuba 1514’te kurulmuş ve 1535’e kadar adanın başkenti olmuş. İnişli çıkışlı sokakları bana İstanbul’u anımsatan bu şehrin nüfusu İspanyol ve Fransızlarla karışmış Haiti, Jamaika ve Afrikalılardan oluşuyor. Afrika müziğinin etkisini burada daha çok hissediliyor. Duyduğuma göre, burada her yıl temmuz ayında yapılan festival Brezilya’dakinden çok daha keyifliymiş.
Devrimci geçmişi ile gurur duyan Santiago’daki birinci durağımız, ülkenin bağımsızlık savaşı kahramanlarından Antonio Maceo’yu -yine bir başka Plaza de la Revolución’da- şaha kalkmış bir atın üzerinde gösteren anıtıydı. Oradan, Castro’nun 26 Temmuz 1953’te yüze yakın yoldaşıyla birlikte düzenlediği saldırıyla ünlenen Moncada Kışlası’na gittik. Başarısız olmasına rağmen, Castro’yu halkın ilgi odağına oturtan bu saldırının hedefi olan kışla günümüzde bir okul ve müze olarak faaliyetine devam etmekte. Müzede devrime giden yolun hikâyesi sergileniyordu ve işkencenin sergilendiği her müze gibi burası da içimi kanırttı. Oradan gerçekten daha iç açıcı bir yer olan bir mezarlığa gittik: Cementerio Santa Ifigenia. Birçok Kübalı halk kahramanının yattığı bu mezarlıkta, Jose Martí’ye sekizgen şeklinde tasarlanmış bir anıtmezar yapılmış. Aynı mezarlıkta efsanevi Buene Vista Social Club’ın 2003’te ölen ünlü üyesiCompay Segundo da yatıyordu. Öğle yemeğini şehirden yaklaşık 7 km. uzaklıktaki, 17. yüzyıl yapımıCastillo del Morro’ya yakın, “El Morro” adlı bir lokantada yedik. Bizim gibi turistlerle kaynıyordu.
Profesyonel olarak turizm üzerine kafa yormuş biri olarak, iki hafta içinde Küba’yı sadece kuşbakışı gördüğümü biliyorum. Gördüklerim, sadece bana gösterilenlerdi. Merak ettiğim, hayatın sahnelenen “ön” ve yaşanılan “arka” alanlarını acaba Hemingway ne kadar görmüştü veya görmek istemişti? Kocaman ve konforlu evinde otururken ne kadar “ihtiyar balıkçı” idi? Peki ben Küba’da dolaşırken ne kadar bendim?
Copyright 2012 Bümed Dergisi: Sn. Rooney tarafından 2012 Bümed dergisinde yayınlanmış yazıdan kendi izni ile alınmıştır.